Dan Brown – “Başlangıç”

Mayıs 2013’te Cehennem romanı yayımlanan Dan Brown, 4 yıldan fazla bir aradan sonra, Origin yani Başlangıç romanıyla; evrime, Darwin’e, insanoğlunun “nereden geldiği” ve “nereye gittiği”ne, Tanrı’nın bilime karşı ayakta kalıp kalamayacağına değinirken, aynı zamanda mimariyle ve çağdaş sanatla da süslüyor hikâyeyi. Sonuç: Ortalamanın üstü.

Dikkat: Yazının devamı, romanın okuma zevkini kaçıracak bilgiler içermektedir.

Eğer en az bir adet Dan Brown romanı okumuşsanız, kendisinin kurgusuna ve olay örgüsüne âşinasınız demektir; giriş bölümünde, bütün romana yayılacak ve en sonda çözülecek bir gizem bırakılır elimize ve sonrasındaki 400-500 sayfa boyunca ana karakterle birlikte bir koşuşturmacanın içine düşeriz. Arada tarihi bilgiler, kültür ve sanatla ilgili çözümlemeler satır aralarında okurlara bir hap gibi sunulur ve okurken hem kültürlenir, bilgilenir, hem de hikâyenin olay örgüsünü çözmeye çalışırız. Romanın sonunda da tabii katil ummadık biri çıkar ve büyük bir çözülümle roman bitiverir.

Başlangıç romanı da bu kurguyu harfi harfine izliyor. Baş karakter, Brown’ın diğer romanlarının 4’ünde karşımıza çıkan Harvardlı simgebilim profesörü Robert Langdon. Sanata, sanat tarihine, mimariye ve sanat eserlerine oldukça ilgili ve hemen hepsinde şifreler, kodlar ve semboller bulabilen biri. Ancak bu defa, kendisinin biraz da yabancı olduğu bir alana yönleniyor hikâye; çağdaş sanatlara. İspanya’nın Bilbao şehrindeki Guggenheim Müzesi‘nde, yani çağdaş sanatların en yoğun biçimde gözlenebileceği müzelerden birine götürüyor yazar bizleri. Tabii ilk başka, giriş kısmında, romanın kilit karakterlerinden biri olan Edmond Kirsch ile tanışıyoruz; Elon Musk tarzı, zengin, modern, kendini bilime adamış, pek çok atılım gerçekleştirmiş, fütürist/gelecekçi bir karakter. Kirsch, İspanya’nın Katalonya bölgesindeki bir mabette, üç farklı dinin mensubu din adamlarına, yakında gerçekleştireceği ve çığır açacağını düşündüğü bilimsel bir buluşunu takdim ediyor. Kendisinin söylemine göre, bu buluş hem insanoğlunun nereden geldiğine, hem de nereye gittiğine yanıt verecek ve bütün dinlerin çöküşüne sebep olacak.

Robert Langdon da hikâyeye, bu olaydan sonra, Kirsch’ün keşfini açıklamak üzere Guggenheim Müzesi Bilbao’da gerçekleştireceği etkinlikte dahil oluyor. Müzeye davet edilen diğer konuklarla birlikte, Langdon’a bir kulaklık veriliyor ve bu kulaklıklar vasıtasıyla, her konuk kendine özel bir sanal asistan ile müzeyi geziyor. Langdon’ın kişisel asistanı Winston adlı bir yapay zekâ.

Kirsch’ün buluşunu açıklayacağı sunumu başlamak üzereyken, âniden canlı yayında öldürülüyor. Kendisine bu sunum için yardımcı olan müze müdürü Ambra Vidal’la birlikte Robert Langdon çareyi müzeden kaçmakta buluyor, yanlarına Edmond’ın özel akıllı telefonunu da alarak. Cinayeti gerçekleştiren Avila adlı eski bir İspanya deniz filosu askeri zaten olay yerini terk etmiş oluyor.

Ambra Vidal aynı zamanda, İspanya’nın hâlihazırdaki prensi ve babasının vefatıyla kral olacak olan Julian. Vidal Langdon’la birlikte kaçınca tabii “Langdon, prensin nişanlısını kaçırdı!” diye haber oluyor ve olaylar gelişiyor. Bu vakitten itibaren başlayan koşuşturmacada, sunumun yapılacağı Guggenheim Müzesi Bilbao’daki sanat eserlerinin tasviri ve anlamından tutun da, Langdon ve Vidal’in gezdikleri mekânların ve mimarilerin hem Edmond Kirsch’e, hem de onun buluşuna olan katkılarına kadar pek çok ipucu ediniyoruz. Kirsch’ün buluşunun tam olarak ne olduğu, en son sayfalara kadar gizemini koruyor; dolayısıyla roman boyunca Kirsch’ün kafa yapısı, bilim ve dinle ilgili bir sürü ek bilgiyle, sunumun ne olabileceğin dair tahminler yürütmeye başlıyoruz. Arada, İspanya kraliyet ailesinin piskoposu Valdespino’nun (romanın başında, Edmond’ın sunumunu anlattığı 3 din adamından biri), prens Julian’ın etrafında gerçekleştirdiği ve bizleri şüpheye düşüren eylemler de yaşanıyor. Brown romanlarından alışık olduğumuz üzere, ilk başta katil veya azmettirici kim bilemiyoruz, ancak roman ilerlerken parmaklar sürekli farklı farklı kişileri gösteriyor ve devamlı olarak işaret edilen karakterlerin, cinayeti neden işleyebileceği ve neden işleyemeyeceği üzerine fikir bombardımanı yaşıyoruz ki bir sağdan bir soldan gösterip en sonunda yumruğu suratımıza atabilsin sevgili yazar.

Bu kovalamaca sırasında, mimar Antoni Gaudi‘nin eseri olan çağdaş mimari bir yapı olan Casa Mila‘dan tutun da, inşası hâlâ süren ve dünyanın belki de en tuhaf şekline ve yapısına sahip bir başka mimari olan La Sagrada Familia kilisesine kadar pek çok yerin çözümlemeleri yer alıyor. Casa Mila’nın çatı katında bir dairede yaşamış olan Kirsch’ün evindeki kütüphanede bulunan eserler, buradaki Nietzsche ve William Blake‘e ve daha pek çok yazara ve esere kültürel referanslar da bolca yer alıyor. Bu roman, Langdon’ın maceraları açısından baktığımızda, sanat tarihi ve simgebilim uzmanlık alanları doğrultusunda en az şifre ve kod çözdüğü roman olma özelliğini taşıyor. Kirsch’ün kafa yapısını çözmeye çalışırken, bir bilim adamının aynı zamanda felsefeye ve dine yaklaşımlarıyla ilgili olarak da elde ettiğimiz ipuçları vesilesiyle, sunumun iki can alıcı sorusu olan “Nereden geldik?” ve “Nereye gidiyoruz?” sorularına esasında kendimizce cevaplar arıyoruz; insanoğlunun başlangıcı Dünya üzerinde mi gerçekleşti? Yaşam tam olarak nasıl başladı? Yaşam nereden geldi? İnsanoğlu nereye doğru evrildi? Bu evrim süreci devam ediyor mu? İnsanlığın gideceği son nokta ne olacak? İleride dinler olacak mı? Dinler, insanoğlunun ilerleyişine ayak uydurabilecek mi, yoksa bilimle ve teknolojiyle gittikçe daha fazla harmanlanan insanoğlunun artık dine ve bir Tanrı’ya ihtiyacı olacak mı, böyle bir ihtiyaç kalacak mı?

Romanın belki de en ilginç karakterlerinden biri bence Winston idi; roman boyunca Langdon ve Vidal’a yardımcı olan bu yapay zekâ, fiziksel olarak herhangi bir yerde olabilen, ancak esasında hiçbir yerde olmayan bir yapıya sahip. Yani esasında romanın yönelttiği eleştirilerden birini de açıkça yerine getiriyor: Winston, akıllı telefonlarımızdaki Siri ve Google gibi asistanlardan farksız… Tabii çok da farksız diyemeyiz – Winston, bu gibi sanal asistanların 10 belki de 100 kat üzerinde bir zekâya ve etkileşime sahip. Eğer I, Robot filmini izlediyseniz, oradaki robotun fiziksel değil sadece zihinsel olarak var olduğunu varsayın; işte Winston da aynen böyle. Kirsch’ün kişisel asistanı, ama bir kişisel asistandan çok daha ötesi.

Langdon ve Vidal’in bu noktadan sonra tek bir amacı var: Kirsch’ün sunmasına engel olunan buluşunu dünyaya duyurmak ve -belki de- kimin engellediğini bulmak. Sunum Kirsch’ün bilgisayarında yer alıyor ve şifresi, bir şiirin dizesi. Bu dize de William Blake’e ait ve bunu bulmak üzere bir kovalamacanın içinde çabalıyorlar. Dizeyi çözdükleri La Sangrada Familia kilisesinde de yine bolca çözümlemeler, Kirsch gibi gelecekçi bir bilim insanının şifresini neden bir kilisede sakladığı gibi sorular da cevabını buluyor.

Açıkçası romanın Piskopos Valdespino ve prens Julian tarafından ilerleyen kolu beni çok da ilgilendirmedi diyebilirim. Burada Dan Brown biraz da İspanya monarşisine ve devlet yapısına, aynı zamanda dinle olan ilişkisine/ilişkilerine birtakım eleştiriler getirmiş. Zaten romanın sonunda Piskopos Valdespino ve Julian’ın babası kral arasındaki ilişki de çözümleniyor ve buradan da Julian’a yönelik, Dini geleneklere bağlı kalma, özgür bir karakterin olsun, şeklinde bir çıkarıma varıyoruz – ki neden böyle bir çıkarım romana yerleştirilmiş, neden böyle bir ilişki hikâyeye yedirilmiş ben pek anlam veremedim. Dediğim gibi, daha çok İspanya devlet yönetimi ve kraliyet ailesinin dinle arasındaki ilişkiye yönelik bir eleştiri gibi gördüm bunu. Bir de tabii prens Julian’ın karakter gelişimine yönelik bir hamle, ama gereksiz olmuş.

Romanın sonunda, Langdon ve Vidal nihayet Winston’ın ortaya çıktığı, eski bir kilise olan Barselona Süper Bilgisayar Merkezi‘ne varıyorlar ve Kirsch’ün sunumu için şifreyi girip tüm dünyayla, merakla bekleyen milyonlarca insanla paylaşıyorlar (canlı yayında cinayet, devamında Vidal’ın kaçırıldığı algısı vb. pek çok olayla birlikte sunuma olan ilgi de artıyor elbette). Burada, Kirsch’ün sunumu kimi okuyucuyu tatmin edebilse de, kimini tatmin etmekte zorlanabilir. Açıkçası ben hem I, Robot referansları, hem de Black Mirror tarzı distopik bir teknolojik gelecekle ilgili açılımları okuyunca keyif aldım diyebilirim. Evet sunum bu konulara ilgisi olanlara çok da yabancı gelmeyecektir; ancak Brown’ın yaptığı araştırmalar ve sunuma eklediği bilgiler oldukça doyurucu geldi bana. Kaldı ki, ilk başta Black Mirror distopyasına doğru seyreden “Nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabı, ilginç bir şekilde bir yerden sonra olumluya doğru gitmeye başladı – yani esasında insanoğlunun teknolojiyle birlikte evrimi ve yeni bir türün ortaya çıkışı olumsuz değil, olumlu. Bunu tabii bize zaman gösterecek. Romanda, insanoğlunun ilk ortaya çıkışı meselesi irdelenirken, Miller-Urey deneyine ve ilkel çorbaya (abiyogenez) da atıflarda bulunuluyor ve bunlar üzerinden şöyle bir çıkarım yapılıyor; ilk hayat esasında bir Tanrı veya süper güç tarafından bahşedilmedi, ortada bir enerji vardı (bu enerji hâlâ var ve evrenin tamamına hâkim) ve bu enerjinin yayılması gerekiyordu. Yani enerji kendini sürdürebilmek için bir şeyleri var ediyor, ancak bu varolma bir Tanrı eliyle değil, doğal, evrene dayalı. Mesela, romanda örneği verildiği gibi, Güneş’ten gelen ışınlar ve enerjinin ulaşabilmesi ve bu enerjinin yayılabilmesi için bir ağaç gerekliyse, bu ağaç ortaya çıkıyor. Buna da abiyogenez (abiogenesis) yani cansızdan canlı oluşumukendi kendine türeme deniyor. Bir enerji var ve bu enerjinin yayılması, ilerlemesi için gerekli varlıklar yoktan var oluyor ve bunlar doğal yollarla, bilimsel biçimde oluyor. Romanın bu kısmı benim hayli ilgimi çekti, çünkü ben de Dünya’ya yaşamın başka bir gezegenden (belki de Mars’tan?) bir göktaşı üzerindeki fosil veya bir bakteri veya herhangi bir varlık vasıtasıyla geldiğini düşünüyorum. Bu varlık (ya da her ne ise) Dünya’ya düştükten sonra, yeryüzündeki doğal şartlar gereği, bir enerji olarak büyümek ve yayılmak zorunda oluyor ve bu yayılma itibarı ile ilk hayat ortaya çıkıyor, zaman içinde de (“zaman içinde” derken milyar yıllardan bahsediyoruz) evrilerek ilk canılara ve oradan da günümüz insanına, yani Homo Sapiens‘e dönüşüyor.

Sunumun ikincisi sorusu olan “Nereye gidiyoruz?” kısmında ise, evrim üzerinden ilerleyerek, yazar bizlere insanoğlunun teknolojiyle ama az ama çok bir bütünleşme/birleşme yaşayarak yeni bir tür oluşacağı cevabını veriyor. Bunun örnekleri de bugün, akıllı sanal asistanlar (önceki paragraflarda dediğim gibi Siri, Google vb.), Sanal Gerçeklik (VR) teknolojisi, AR (augmented reality, nam-ı diğer artırılmış gerçekçilik) gibi teknolojilerde gözlemlenebiliyor. Bundan 30 ya da 50 yıl sonra (belki daha geç belki de daha erken) artık neyin gerçek neyin sanal olduğunu kestiremiyor olacağız. ANCAK; Terminator 2: Judgment Day ya da The Matrix veya -yine- Black Mirror‘da olduğu gibi “Teknoloji insanoğlunu ele geçirecek!” demek yerine, “Teknoloji insanoğluyla bütünleşecek…” diyebileceğiz. Bu durumda da şöyle bir mesele baş gösteriyor; o dönem geldiğinde, insanın artık bir dine ihtiyacı kalacak mı? Din ne için vardır? İnsanoğlunun cevaplandıramadığı sorulara daha kudretli bir güç ile cevap verme güdüsü sebebiyle vardır. Yanıtlayamadığımız sorular için daha kudretli bir güce gereksinim duyarız… Peki ya artık öyle bir gereksinimimiz kalmazsa? Bugün akıllı telefonlarımızın asistanları vasıtasıyla pek çok işimizi halledebiliyoruz; bundan 50 yıl sonra asistanlar aracılığıyla evrenle, yaradılışla ilgili pek çok soruya da cevap bulabileceğiz… Tabii bu tarz ihtimaller, bu sefer de teknolojinin bizler için yeni bir Tanrı olmasına vesile olabilir – teoriler böyle böyle ilerleyerek devam eder…

Yazıda I, Robot‘a atıfta bulunmamın sebebi; aynı o kitap uyarlaması filmde de olduğu gibi, insanla yapay zekânın ilişkisi arasında hem keskin, hem de keskin olmayan bir çizgi var. Keskin, çünkü robotu, yapay zekâyı insandan ayıran ahlâk, vicdan gibi kavramlar yer almaktadır. Keskin değil, çünkü yapay zekâ insanlaştıkça bu fark ortadan kalkabiliyor. Romandaki Winston, hikâyenin sonunda Kirsch’ün ölümüyle ilgili bir itirafta bulunuyor ve Langdon buna oldukça şaşırıp, “Kirsch öldürüldü! Bunun nasıl bir mantık çerçevesi olabilir?” diye soruyor. Siz bir robota duygu dışında gerekli bütün analitik düşünce sistemini sağlarsanız, robot bu analitik zekâsıyla en uygun olabilecek çözümü bulup bunu uygular. Açıkçası Winston’ın, sahibi Kirsch’ün sağlığı ve çok yakında ölecek olması durumundan tutun da, sunumunun tüm dünyada yankı uyandırmasına varıncaya kadar belirttiği isteklerinin gerçekleştirilmesi için ortaya çıkardığı planı bana mantıklı geldi. Bir robot bütün olasılıkları düşünür ve en uygun olanı işleme koyar, bunda insanın yararı veya zararını gözetmez – robota insansı duyguları işlemediğiniz sürece! Eğer bir robota silah yerleştirip tetiği çekmesi için zaman ayarlarsanız ve karşısına geçip durursanız, robot o silahı patlatır ve sizi vurur, bunun başka bir çözümü yoktur. Robot karşısındakine bakıp da, “Ama bu insan beni kullanan kişi, beni yaratan kişi, ona karşı nasıl kurşun sıkarım, onu nasıl vururum?” demez – sadece talimatı uygular. Romandaki Winston adlı yapay zekâ da bana bunları çağrıştırdı; sahibi Edmond’ın intiharı bile düşünmesi ile birlikte bunu da planına dahil ederek büyük bir strateji geliştirdi. Romanın sonunda Kirsch bir şekilde ölecek miydi? Evet. Sunumunun daha fazla kişiye ulaşmasını istiyor muydu? Evet. Bunların hepsi gerçekleşti mi? Evet. İşte yapay zekâ aynen bunu düşünür, hesap eder ve gerçekleştirir, bunun ötesi yok.

Kayıp Sembol ve Cehennem adlı romanlarında pek aradığımı bulamamış olup, Da Vinci Şifresi ve -bence- en iyi romanı Melekler ve Şeytanlar tadında bir şeylerin beklentisinde olduğum için, Brown’ın bu son romanı beni onlar kadar etkileyememiş olsa bile, bir hayli etkiledi. Tabii bunda, okuduğum bölüm gereği çağdaş sanatlarla içli dışlı olmam, teknolojiye ve teknolojik distopik öykülere hevesimin olması gibi etkenler de olmadı değil. Bir de tabii ki, Brown’ın en kötü yazdığı romanında bile doğru bir araştırma yapması, teorilerini ve kanıtlarını düzgün bir şekilde masaya yatırması ve anlattığı şeyi, benim için doğru veya yanlış olsun, mantıklı biçimde anlatması olumlu bir etken. Çok kötü bir fikri bile sağlam fikirlerle, örneklerle ve teorilerle desteklerseniz, onu çok kötü olmayan bir fikir olarak sunabilirsiniz.

Romanı okuduktan sonra İspanya’ya gitme isteği uyanmadı değil. Zaten Brown’ın etkilerinden biri de bu: Okuduğunuz zaman olayın geçtiği ülkeye gidip bir gezmek isteyiveriyorsunuz. Zaten Guggenheim Müzesi Bilbao’nun da gezilmesi şart. Roman Altın Kitaplar etiketiyle, Petek Demir İncek çevirisi ve Hülya Şat editörlüğünde okucuyla buluşuyor. Sayfa sayısı 536. Bu roman ayrıca, son 3-4 senedir okuduğum günlük sayfa sayısı açısından da benim için rekor oldu. Rahat bi’ 100-150 sayfa okuyabiliyorsunuz eğer kendinizi çok kaptırırsanız. Okumanızı tavsiye ederim.

Yorum bırakın