“Huysuz ve tatlı kadın”

babaanne.foto

Aralık 2013’te, senelerdir yaşamakta olduğum evden çıkacak olma fikri beni epey rahatsız etmişti. Ablam Bodrum’a gidecekti, ben de babamın kararıyla babaannemin evine yerleşecektim. Babamın deyişiyle ‘nihayetinde bir ev’di ve kendim iş bulup paramı kazanıncaya kadar ‘başımı sokacağım bir yer’ idi. Bu konuyla ilgili konuşmak üzere halam ve eniştem de Ankara’ya gelmişlerdi ve babaannemin evinde toplanmıştık. Onu da yanımıza getirmiştik. Babam, “Anne, Gökhan bundan sonra bu evde seninle kalacak,” demişti. Babaannem, hem yaşlılığın hem de artık iyi duymamanın neticesi olarak, “Ev alalım işte kalsın, ben veririm parasını,” deyip gülmüştü. Babam tekrar, daha yüksek sesle, “Anne, Gökhan artık bu evde kalacak,” demişti ve babaannem en sonunda idrak etmişti. “E kalın oğlum, benim evim sizin eviniz,” demişti, sonra da uykusu geldiği için onu yatırdık zaten. Olayın farkına ileriki zamanlarda varacaktı.

*

Onunla ilk kavgamızı, ben salonda dizi izlemek isteyince yapmıştık; salon babaannem için namustu, oraya bir şey izlemek için, oturmak için girilmezdi. Hele antikaları vardı, çelik bakır eşyalar vardı, toz tutardı, yaa! Ben orada dizi izlerken birden gelip, “N’apıyorsun oğlum sen burada?! Burada bir şey izlenmeyecek, salon burası yaa! Misafir geliyor buraya!” deyip televizyonu kapatmıştı. O arkasını dönüp oturma odasına söylene söylene giderken, ben de babamı arayıp, “Eee baba babaannem tv izlememe izin vermiyor, ben ne yapacağım bu evde?!” diye şikâyet etmiştim. Babaannem kızdığında veya kavga ettiğinde birkaç dakika sonra titremeye başlardı ve kötü olurdu, havale geçirmişe dönerdi. O gece de öyle olmuştu. Bir yandan ben de titriyorum, ama sinirden. İkimiz de iptaliz o gece.

Üzerine, her gece, ama her gece babaannem tuvalete giderken bastonunun çıt çıt sesleri gelmeye başladı. Tabii bazı geceler bu seslere uyanıyordum. Bunun yanı sıra, uykusunda konuştuğu, sohbet ettiği ve bağırdığı için bazen de öyle istemsizce uyanıveriyordum.

Tuvalete kalktığı bazı geceler odamın kapı aralığından bana bakıp bilgisayar başında görünce kısık bir sesle, “Amaaaan, bu saatte oğlum bilgisayar başında durulur mu? Vallahi gözlerini bozacaksın…” derdi. Aynı şeyleri gündüz de söylerdi, ben de ona takılmak için, “Yav sen karışşşşma!” diye vurgulayarak söylerdim, o da üzerine, “E karışma olur mu ya? Amaaaaaaan!” derdi, arkasını dönüp oturma odasına geri giderdi.

*

Her gün öğleden sonra saat 4’te bir dizisi vardı, onu izlemeyi çok severdi. Kendini o kadar ayarlamış ki, saat 4’e yakın hep uyanır, oturma odasına gider dizisini izlerdi. Sonra da ya televizyona bakmaya devam eder, ya da yatağa geri dönerdi. Bazen çok uykusu olunca diziyi izlemeye bile gitmezdi.

Gece yatmadan önce benden şişesini doldurmamı isterdi. Ama diğer her şeyde istediği gibi utana sıkıla, “Sana zahmet olacak yavrum,” diyerek. Ben de, “Ne zahmeti babaanne, getireyim hemen,” deyip şişesini doldurup odasına getirirdim. “Hah, ölmüşlerin canına gitsin,” der, suyunu içer, yatardı. Ben odasından çıkarken hep, “Hadi iyi geceler, tatlı rüyalar, Allah rahatlık versin, rüyanda beni gör,” derdim ve bunu istisnasız her gece söylerdim. O da, “Sana da iyi geceler yavrum, ahhh göremiyorum ki rüyamda hiç!” derdi… çünkü onun derdi hâlâ Fazıl Ergüven’leydi. 🙂 Bizi pek göremiyordu rüyalarında.

*

Bahar vakti bazı günler hava iyi olunca onu dışarı çıkartıp 5 dakika yürütmeye çalışırdım. Önce 1-2 dakikaya yakın itiraz eder, “Gökhan çok uykum var n’olur, sonra ana gurban,” derdi; ancak itirazlarıma dayanamazdı, çünkü, “Bak güneş çok güzel çıktı ama bir daha bulamazsın, gözlerine de iyi bak, kemiklerine de iyi gelecek, hadi 5 dakika şuradan şurası,” derdim ve ne yapar eder onu çıkartırdım. Kapıdan çıkıp yürürken de ona hep, “Bak Gökçen ne demişti; öne değil, karşıya bakarak yürüyeceksin,” diye hatırlatırdım, o da, “Evet evet, karşıya bakmam lazım ama işte…” deyip bir öne, bir karşıya bakarak yürürdü. Binanın önündeki küçük bahçedeki gülleri koklar, hatta onlarla fotoğrafını çekmemi bile isterdi. Her defasında da, “Ama onları bastır ki ben bakabileyim,” derdi. Severdi fotoğraf bastırıp sonra onları eline alıp uzun uzun bakmayı.

Bir akşam TRT’de müzik izlerken beni sesledi, gittim yanına. “Ana gurban, senden bir şey isteyeceğim,” dedi. Dedim nedir, önce harfi bulamadı, sonra kelimeyi getiremedi; “P-pi-pid-pide – amaaaaan-“ burada gözlerini kapatıp iyice düşündükten sonra sınavda sorunun cevabını bulmuş gibi, “Pizza pizza!” deyip, “Pizza çağırtır mısın?” dedi. Ben şaştım kaldım tabii! Babaannem pizzayı nereden bilecek, sevecek? (Ki bir insan yaşı her ne olursa olsun pizzayı neden sevmesin ki?) Dedim isterim, ama dedi öyle olmaz, ben ne dediğini anlayamadan hırkasının cebine elini attı, 50 lira çıkardı. “Aaa babaanne ne parası sen de Allah aşkına!” dedim, o da, “Gökhan lüt-fen! Bak ben istedim valla yemem pizzayı haa! Al bu parayı,” dedi. Pizzayı sipariş ettim, geldi, onun yanına götürdüm, iki çeşit istemiştim, açtım ikimize de bölüştürdüm. “Aaaa, amaaaaan bak görüyor musun peyniri nasıl uzuyor ihihihihihihhi!” diye güldü. Meğer pizzanın tadına olduğu kadar uzayan peynirine de tavmış! Yanına bir de bir bardak kola verdim. Sonra bana dedi ki, “Sen de ye!”, sanki ben yemeyecekmişim gibi. 🙂 Odama gidip kendi pizzamı yedim, 1 saat sonra yanına gittim, dedim, “Doydun mu?”. “Amaaaaaan, Gökhan çok geldi!” deyip midesi bulanmış gibi yapıp, “Amaan, bir daha o kadar yemeyeyim. Ama çok güzelmiş bundan hep isteyelim,” dedi. Ben de onun canı çektikçe hep istedim.

Sabahları, “Gökhaaaan, oğluuuuuş, hadi kahvaltıya! Eee, gece o kadar kalırsan uyanamazsın tabii,” diye mutfaktan konuştuğunu duyardım. Giderdim yanına. Hayatta en çok sevdiği şey; peynir, ekmek ve çaydı. Hele çay! Babaannemi kaç defa perişan hâlde yataktan o çay sayesinde kaldırdım, bayılırdı çaya. “Babaanne bak sana çay yaptım.” Hemen dikilirdi, gelirdi mutfağa. Arada dizi izlerken yanına gider, “Çay ister misin sıcak sıcak?” derdim; “Gökhan sana zahmet olmasın ama yaaa…” der, utana sıkıla peki derdi. Onun yanına taşındığımdan beri hiçbir şeyi emir olarak istemedi benden, hep utandı, sıkıldı, rica etti, ardından dua etti benim için.

Bir gün ben odama “İşim var onu yapmaya gideceğim,” diye gidecektim, bana sordu, “Ne bu çeviri işi mi?”. “Evet,” dedim; “Oh iyi iyi yap. Bak hiçbir işten kaçınma. Ben sana her zaman paranı veririm, gerekirse çöpçülük bile yap. Hiçbir şeyde gurur arama,” derdi bana hep. Alın teriyle kazanılan her parayı severdi.

*

Para hesabını bilemezdi. Ay başında babamdan 1000 lira alırdık, o para alışverişiydi, şuydu buydu derken bir şekilde ay sonuna kadar biterdi. Bir defasında, daha babam parayı getireli 2 hafta olmuş, babaannem demiş ki babama, “Para bitti, bana azıcık para ver.” Babam tabii daha parayı vereli 2 hafta olmuş 1000 lira nereye gider onun hesabında. “Anne ne yaptın parayı?”. “Eee ne yapacağım et alıyoruz onu alıyoruz bunu alıyoruz, para bitiyor!” Sonra babam bana sordu hatta paradan senin haberin var mı diye, ben de bilmediğimi söyledim. Babam gitti, ben babaannemin yanına geldim, söyleniyor, “Aman elime üç kuruş para tutuşturuyorlar, bitti deyince de kızıyorlar. Amaaaaaaan!” dedi. Babaanneme dedim ki, “Babaanne bana izin veriyor musun odana gireyim? Çekmecene filan bakayım?” Çünkü parayı kesin bir yere koydu ve unuttu. “E iyi git bak…” dedi. Odasına gittim, ilaçların olduğu çantanın dibinden zarf içinde 800 lira para çıktı. Çantayı aldım, yanına gittim, koydum. “Ne bu?” diye sordu; “Aç bak bakalım,” dedim. Açtı, karıştırdı, zarfı buldu, zarfı açtı – 800 lira! “Amaaaaaaaan! Gökhan bu parayı bana Allah yolladı vallaha billaha! Ehihihihihihihi!” Gülmeye başladı. Sonra da paradan 100 lira çıkartıp bana uzattı. “Babaanne bana niye veriyorsun?” diye sordum, “Olmaz, o senin hakkın,” dedi. Her zaman eli açıktı ve hiçbir zaman para vermekten kaçınmazdı. Fazlasıyla bile para verirdi.

Bir gün alışverişe gittim, kendime şort aldım. Eve geldim, oturma odasına gidip babaanneme gösterdim, “Bak nasıl güzel mi?” diye, çok beğendi. “Gökhan, çok yakışmış üzerine! Kaç para?” dedi. Dedim işte bir para ne yapacaksın? Ama yok, illâ fiyatını soruyor, elini hırka cebine attı, çıkardı 100 lira. “Babaanne o ne?” dedim; “Yok üzerine çok güzel durmuş, bunu sana ben almış olayım.” “Hayır,” dedim, “Ben kendime aldım seninle ne alâkası var?”. “Gökhan lüt-fen! Bak ölümü gör almazsan bu parayı, küserim ama ha!” Ben onu çayla çorbayla dışarı çıkmaya ikna ederken, o da bana para vermeye beni ikna ediyordu.

Spora akşamları gittiğim zamanlarda her spordan dönüşümde eve girince, “Gıt gıt gıııııt!” diye tavuk gibi gıdaklardım, o da içeriden, “Gıt gıııııt! İhihihihihih!” diye gülerdi. Sesimi duymak hoşuna giderdi.

Başıma bir şey geleceğinden çok endişe ederdi. Zaten ailedeki herkesin başına bir şey geleceğinden çok endişe ederdi. Biri 2-3 saatliğine evden çıksın ve daha sonra ona telefonla ulaşamasın, aklı çıkardı. Kaç defa yine bu sebeple tartıştığımız, kavga ettiğimiz oldu. Bu kavgalar yüzünden Yalova’ya gittiği zamanlarda seviniyordum, çünkü kısıtlamalar yoktu, evde 2. birini düşünme derdi yoktu.

*

Yalova’ya son gidiş ve dönüşü onu hayli yıpratmıştı, zaten bu seferki dönüş son dönüşü olmuştu. Kafası %90 gidikti, sürekli yatıyordu ve gündelik işlerinin hiçbirini yapamıyordu. Ankara’ya getirdiğimizde kadın tuttuk. Tuttuğumuz kadın sandığımdan da iyi çıktı, babaanneme güzel bakıyor, hatta onu iyileştiriyordu bile. Ama o yaştaki bir kadının artık daha fazla iyileşmesi pek mümkün değildi. Ankara’ya geldikten sonraki 6-7 aylık süreçte tuvalete kalkması, banyoya kalkması, kahvaltı için yatağında doğrulması, hepsi zor bir hâle gelmişti. Üstüne üstlük yatak yaraları da başlamıştı. Tabii bunların hepsi o yaştaki ve bedendeki biri için beklenen şeylerdi.

Birkaç defa, bütün gün boyunca aralıksız konuştuğu olmuştu. Devamlı Xanax vermek zorunda kalmıştık. Bütün gün konuşuyor, Xanax alıyor, ertesi gün de bütün gün uyuyordu. 2017’nin şubat veya mart ayında farkındaydım zaten, 1-2 ay zor dayanabileceğini.

Bir gün, “Aaay…” diye sayıklamaya başladı. Ama devamlı sayıklıyordu ve ilaç vermediğimiz takdirde hiç susmuyordu. Susmazsa uyuyamıyordu, uyuyamazsa vücut dinlenmemiş oluyordu ve daha kötüydü. 3 gün, 4 gün boyunca “Aaay…” demeler, kendi evinde olduğunu unutup bir hastanede olduğunu sanıp kalkıp gitmek istemeler (ama gidemiyordu çünkü bedenini bile yataktan kaldıramıyordu). Kaç gece kalkıp yanına gidip ayaklarının yataktan sarktığını görüp geri toplamıştım defalarca. Üzülüyordum onun bu hâline, ama yapacak bir şey yoktu.

Feryatlar ve uyuyamamalar sürünce hastaneye kaldırdık. Bir iki gün orada bakılınca biraz kendine geldi. Ama arkasındaki yatak yaraları iyice ilerliyordu. Dahası, ağız içinde de yaralar başlıyordu. Bir kere hastaneye gidip yanına vardığımda yanağından öptüğümde, “Oy kurban olurum sana,” demeye çalıştı ama ağzını kapatamadığı için söyleyemedi, melodik olmasından ötürü ne dediğini anlıyordum. Yatakta çevrilemiyordu, zorlaşmıştı, vücut gittikçe eriyordu.

Hastaneye yatmadan 1 – 1,5 ay önce ona pizza getirmiştim. Çok sevinmişti ve yine klasik olarak, “Sen de ye,” demişti. Dedim, “Ben de yedim, merak etme. Sana hamburger de getireyim mi sonra? Patates kızartmasıyla birlikte, beraber yeriz.” Güldü, “Olur,” dedi… o hamburgeri hiç yiyemedi.

Hastanede 1 ya da 2 hafta kaldı ve durum hiç düzelmiyordu. Vefatından bir gün önce solunum sıkıntısı çekip nöbet geçirmişti. Ertesi gün sabaha karşı tekrar solunum sıkıntısı çekti… bir daha da hiçbir sıkıntı çekmeyecekti. Bu sondu.

Sabah 5 civarı babamdan telefon gelir gelmez anladım. Halam Ankara’daydı, bizim evdeydi. Yanına gittim, oturdum. Gözlerini açtı. “Gökhan… Oğlum…?” dedi. Ben sadece onun elini tuttum sıkıca ve başımı salladım. Hiç konuşmadan birbirimize her şeyi anlatıyorduk zaten.

Hastaneye gittik. Ömrüm boyunca ilk defa gerçek anlamda bir cenaze görmüş oldum – babaannemin cenazesini. Ankara’ya geldiğinden beri o kadar kanıksamışım ki onun ölü gibi yattığını, cenazesini görünce de farklı bir şey düşünemedim. Yine kötü oldum tabii, ama son 6 aydır gördüğüm hâlinden farksızdı.

*

Defin için Yalova’ya gittik. Defnettik. Hayatımda ilk defa o çukura ben girdim (annemin vefatında o kadar kafam gitmiş durumdaydı ki, bunların hiçbirini yapamamıştım). Babaannemin cenazesini kefeniyle toprağın içine ben aldım. Ancak o zaman fark ettim ki, ruh bedenden çıktıktan sonra bile beden amma ağır oluyormuş… Toprağımızı attık, duamızı ettik ve babamla Ankara’ya doğru yola çıktık. Gece 00.30 gibi eve vardım.

Babaannem daha önce de Yalova’ya gittiğinde o evde sessizlik olmuştu. Ama bu seferki sessizliğin sebebini bildiğim için hiç alışamadım. Yatak odasına gittim, ışığı yaktım, etraftaki eşyalara baktım, normalde babaannemin yatıyor olması gereken tarafına oturdum yatağın ve…

Ağladım. Tam 1 saat boyunca, aralıklarla ve aralıksız olarak ağladım. Hayatımda bu kadar bir tek anneme ağlamıştım. Bu sefer de babaanneme ağladım. Dedim ki bu sefer tutmayacağım içimde ve ne varsa bırakacağım. Yatakta uzandım ağladım, kalktım, oturma odasına gittim, onun koltuğuna oturdum ağladım. Üzerinden Besire’nin geçmiş olduğu her yerden ben de geçtim ve hepsinde ağladım. Sabah uyandığımda biraz daha rahatlamıştım.

*

O benim için her zaman huysuz ve tatlı bir kadın olmuştu ve hep de öyle kalacak. Her ne kadar huysuz ve sinirli bir mizacı olsa da, görünüşünün derinliklerinde ne kadar pamuk kalpli bir insan olduğunu çok sonradan fark ettim. Annemden her sözümüz açıldığında benim ağladığım gibi o da ağladı, “Hatırlatma onu bana… Kötü oluyorum…” dedi. Zarif’inin gidişiyle yüreği parçalanmıştı, çok üzülüyordu hâlâ. Ben de öyle. Şimdi ise onlar hep orada, biz ise burada. Benim üzüldüğümü görüp, “Ağlama ama bak ben de buradayım,” derdi hep. Ben de, “Ne alâka babaanne? Sen niye ağlıyorsun?” derdim. O da, “Eh… ana,” derdi. Beni hiçbir zaman torunu olarak görmedi, hep oğlu olarak gördü. Ben de onu bu 4 seneye yakın süreç içinde babaanne olarak değil, itiraf edeyim bir anne olarak gördüm. Belki de bu yüzden anneme ağladığım kadar ona da ağlamıştım.

Sana her şey için teşekkür ederim ihtiyar. Bana kapılarını açtığın, maddi ve manevi olarak her daim yanımda bulunduğun, benim sana minnet duyduğum kadar bana minnet duyduğun, beni bağrına bastığın için. Hakkını hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ödeyemem. Artık hayatta olmayarak esasında rahatlamış olduğunun bilincindeyim. Ben cennet veya cehennem gibi şeylere inanmam; hepimiz bir enerjiyiz bu evrende ve öldüğümüzde, esasında bedenin içindeki enerji bedenden serbest kalarak evrene karışıyor, oralara bir yere gidiyor. Sen de oralarda bir yerlerde umarım huzurlusundur. Bana yaşattıklarından, verdiğin sevgiden ötürü minnet ve şükranlarımla.

Seni çok seviyorum…

Yorum bırakın