ÖYKÜ: “2.5 GB”

p17d98f5st15qd1tsv1m9c1sbu11uo0_64674.02

“Bu süper bir deneyim olacak,” dedi Faruk heyecanla.

Yolda giderlerken, Mert’in içinde de Faruk’taki kadar bir heyecan vardı. Ancak içindeki sadece heyecan değil, aynı zamanda tedirginlikti. Faruk’un gittikleri yerle ilgili anlattıkları bir yana, bunu deneyimlemek bambaşka bir şey olacaktı.

“Düşünebiliyor musun?” demişti Faruk, “bizim ülkede, Türkiye’de, böyle bir teknolojiyi yakalamışlar!”

Mert de bunu ilk duyduğunda oldukça şaşırmış, böyle bir teknolojinin Türkiye’de var olmasını garip bulmuştu. Hemen ardından garipsediği ikinci şey ise, bu teknolojinin el altından, yani gizlice yürütülmesi olmuştu. Gittikleri yerin sıradan bir hastane veya bir klinik olmaması da bu yüzdendi.

Araba gecenin karanlığında ilerlerken, Mert midesine bir ağrı girdiğini hissetti; hem heyecan, hem endişe tek bedende bu kadar kuvvetli etki gösterince insan ister istemez böyle hissediyordu demek ki.

Hangar boyutlarında, bakır-gri karışımı renkte, eski püskü bir yapıya vardılar. Yapının etrafında bir sürü araba gelişigüzel park etmişti. Demek ki bu işin müdavimleri veya talipleri vardı epey. Faruk arabayı öteki arabalar arasında uygun bir yere park ettikten sonra arabadan indiler ve Mert, şehrin soğuk havasını içine çekti. Belki bu soğuk hava onu kendine getirmeye yarardı.

“Hadi,” dedi Faruk, yanlarında kalan yapıyı işaret ederek. İki kafadar seri adımlarla yapının girişine doğru ilerlediler.

Yapının her tarafı pislik içindeydi ve bu da yapıya unutulmuş hissi veriyordu. Bu işi yapanlar belki de bilerek böyle pis hâle getirmişlerdi veya bilerek bu yapıyı seçmişlerdi. Yasa dışı yapıldığına göre fazla dikkat çekmemesi gerekiyordu.

Faruk kapının yanındaki duvarda asılı duran, çiğnenmiş sakız görünümündeki zile bastı; içeriden boğuk bir zil sesi duyuldu. Sanki zile günde 100 kişi basmış da artık zilin o gür sesi kalmamış gibi. Kapının arkasından hantal bir sesin ağır ağır ilerlemesi duyuldu ve kapının üzerinde, göz hizasındaki yatay dikdörtgen plaka yana kaydı, bir çift öfkeli göz Faruk’unkilere dikildi. Dört beş saniyelik bir duraksamanın ardından, panel şak diye hızlı biçimde kapandı. Kapının arkasındaki metal sürgü gıcırdayarak hareket etti ve kapı yavaşça, inleyerek açıldı.

Öfkeli bakışların sahibi, Faruk ve Mert’ten yapı olarak daha kalıplı duran, koruma görevlisi havasına sahip, saçının tepe kısmı bir miktar kelleşmiş adam onlara boş boş baktıktan sonra kenara çekildi ve ikilinin içeri girmesine izin verdi.

İçerisi küf kokuyordu, Mert’in girer girmez aldığı koku buydu. Yapının içi sanki yıllarca su almış ve hiç kurumamış gibiydi. Ayrıca bariz bir nem de vardı içeride. Hangar sanki alttan sürekli ısıtılan, içi su dolu koca bir tencere üzerine yerleştirilmişti ve içerideki her şey buharda pişiyordu.

Kapıyı arkalarından metal sürgüyü çekerek kilitleyen adam, “Beni takip edin,” diyerek onlara kısa fakat keskin bir bakış attıktan sonra, kapının yanındaki duvarın dibinden ilerlemeye başladı. Adamın onları yapının içine değil de, kenardan bir yere götürmesine ikili şaşırdı. Duvarın bitiminde köşeye vardıklarında adam durdu ve seri bir hareketle eğilip yerdeki demir kapağı gürültüyle kaldırdı ve başını kaldırıp ikiliye baktı. Faruk ve Mert adama şaşkınlıkla bakıyorlardı, sanki adam onlardan bir şey yapmalarını istemiş, ama ne olduğunu kavrayamamış gibiydiler.

“Hadi?” dedi adam, onlardan bir tepki beklercesine, donuk yüzünde hiçbir mimik yoktu.

“B-buraya mı?” diye sordu Mert, demir kapağı ve açılan kare biçimli deliği işaret ederek.

“Ne sandın?” diye sordu Faruk. “Tesis buranın altında.”

Mert şaşırmış görünüyordu. Faruk “Arkadaşımın kusuruna bakmayın” der gibi özür dileyen bir gülümsemeyle yapılı adama karşılık verip öne atılarak kare delikten demir basamaklar yardımıyla aşağı, loş karanlığa doğru inmeye başladı. Mert de çaresiz biçimde onu takip etmeye koyuldu.

Üst katın nemli ve boğucu havasına kıyasla, bodrum kat biraz daha soğuk ve puslu bir havaya sahipti. Mert merdivenleri inerken kendini orta çağdaki bir zindana iniyormuş gibi hissetti. Koyu kahverenginin hâkim olduğu bodrumda etraflarını görmelerini sağlayan, duvarlardaki loş ışıklar vardı. Ancak bu ışıkların sağladığı aydınlatma da Mert’e etrafını görmesinde pek yardımcı olmuyordu.

“Neresi burası?” diye sordu istemsizce.

“Bilimin sana sunabileceği vaatlerin illegal merkezi,” dedi Faruk, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle.

Adam onlara koridor boyunca eşlik ederken, önlerinden geçtikleri kapıların ardından gelmekte olan mekanik sesleri ve boğuk cızırtı seslerini duyabiliyordu Mert. Adamın rehberliğinde bir sağdaki koridora, bir soldaki koridora, sonra tekrar sağdaki koridora dönerek, labirentte ilerleyen deney faresi misali ilerleyip, ilerideki bir kapının önünde durdular. Adam kapıyı tıklatıp, paslanmış demirin gıcırtı sesleri eşliğinde açtı ve Faruk’la Mert’in içeri girmesi için yana çekildi.

İçine girdikleri oda çok büyük değildi. Tam karşılarında oturmakta olan adamın önünde metal bir masa vardı ve adamın arkasındaki duvar boylu boyunca ekranlarla kaplıydı. Bir sürü LCD ekran duvarı bir desen gibi kaplamıştı; kimi düzgün, kimi de hafif yamuk duruyordu ve siyah-beyaz-gri görüntüleri yansıtıyorlardı.

“Merhaba,” dedi, masanın arkasında oturmakta olan kirli sakallı, dağınık saçlı, cılız, gömlek giymiş adam, yüzünde masum bir tebessümle.

Adam yerinden kalkarak yanlarına geldi ve tokalaşmak üzere elini uzattı. “Ben Bahadır.”

Faruk ve Mert sırayla adamla tokalaşıp kendi isimlerini söylediler ve üçlü, tanıştıklarına memnun olduklarını belirttiler.

“Burayı bulmanız zor olmadı umarım?” dedi Bahadır ellerini kotunun cebine sokarak.

“Yoo, pek sayılmaz,” dedi Faruk kibarca. “Telefon konumu bulurken bir ara sapıtır gibi oldu, ancak sonra düzeldi. İlk defa geldiğimiz için tabii karışık gibi göründü; ancak başka zaman olsa gelmesi pek zor olmayacak bir yermiş.”

“Başka zaman da gelmeyi düşünüyorsunuz yani, öyle mi?” dedi Bahadır gülerek. Faruk açık vermiş olduğu için kızararak güldü. “Şaka yapıyorum. Önce tabii tesisimizden memnun kalmanız lazım.”

Adam “tesis” deyince, Mert etrafına bakınma ihtiyacı hissetti; tesis burası mıydı? Ya da böyle bir yere mi tesis diyorlardı? Ardından Faruk’un, bu geldikleri yerin illegal bir oluşum olduğunu söylemiş olması geldi aklına. İllegal bir yer için ne kadar düzgün bir yapı bekliyordu ki? Bu kelime (“illegal”) zihninde ara ara dönüp durdukça midesi biraz burkuluyor, yanlış bir şey yapıyormuş izlenimine kapılıyordu.

“Gelin size hiç vakit kaybetmeden nasıl olacağını göstereyim, sonra da eğer isterseniz bugün bir seans girersiniz.”

Bahadır onlara eşlik etmiş olan görevliye başıyla selam verdi. Görevli işi -şimdilik- bitmiş gibi yana çekilerek aralarından ayrıldı. Bahadır koridoru işaret ederek yürümeye koyuldu, Faruk ve Mert de onun arkasına takıldılar. Demir kapıların önünden geçerlerken Mert yine aynı sesleri duydu ve yine farkında olmadan irkildiğini hissetti.

“Buyurun, buradan göstereyim,” dedi adam, kapılardan birinde durup rahatlıkla açıp içeri girerek. Kapı açılınca içeriden gelmekte olan mekanik ve cızırtı sesleri daha yüksek ve canlı gelmeye başladı.

İçeride, tam karşılarında bir duvar vardı ve bu duvara, sırtı onlara dönük vaziyette bir sandalyede oturmakta olan adamın tepesindeki duvara monte edilmiş projektörden görüntü yansıtılıyordu. Oturmakta olan adamın hemen arkasında, odanın kapısından girilince görülen ufak bir oda daha vardı. İçerisinin karanlığı da eklenince, Mert kendini, tek kişilik bir sinema salonuna girmiş gibi hissediverdi. Ufak oda da muhtemelen makinist odasıydı. Ufak odanın aralık kapısından, hafif kilolu bir adam beliriverdi ve Mert’le Faruk’u görünce garipsedi, ardından gözleri Bahadır’ı yakalayınca onunla birlikte gelmiş olduklarını anlayıp ses etmeden küçük odaya geri döndü.

Bahadır onları, sandalyede oturmakta olan adamı rahatça görebilecekleri bir açıya sahip olan odanın bir köşesine getirdi. Buradan hem sandalyedeki adam, hem projektörden duvara yansıtılan görüntüler rahatlıkla görülebiliyordu. Sandalyedeki adam Mert’e ister istemez, A Clockwork Orange‘daki işkence sahnesini anımsattı; kafasında, üzerinde bir sürü iğne ve kablo olan bir bant takılı adam, kafası hafif yana eğik biçimde, onların geldiğinden bi’haber bir görünümde karşısındaki duvara yansıyan görüntüyü seyrediyordu. Mert, adamın gözüne takılı ekstra bir şey görmeyince, adama işkence yapılmadığını ve adamın bu durumdan rahat olduğunu düşündü. Yine de belli olmazdı, adamın duvardaki yansıtılan görüntüye ilgiyle veya sadece izler gibi bakmadığını görebiliyordu. Sanki adam, kafasında takılı olan aygıt vasıtasıyla uyuşturulmuştu.

“Genel itibarıyla, bütün olayımız bu,” dedi Bahadır, izlemekte oldukları adamı, tepesindeki projektörü ve projektörden yansıtılan görüntüyü içeren düzeneği işaret ederek. İçeride motor ve cızırtı sesleri dışında abartılı bir ses olmadığı için, bağırmadan konuşan Bahadır’ın sesi rahatlıkla duyulabiliyordu – yalnızca biraz boğuktu, o kadar.

Mert başını çevirip duvara yansıtılan görüntünü inceledi: biri sanki duvara badana boyası yapmış gibi, kenarları kırık kesik elipsi andıran kocaman bir şekil içinde anlamlı ve anlamsız bir sürü görüntü farklı hızlarda oynuyordu. Şeklin etrafındaki kırık kesik parçalar, görüntüler hareket ettikçe, müzik çalarkenki ses seviyesini belirten çubuklar gibi kısalıp uzuyor, hareket ediyordu. Böylece duvara yansıtılan görüntü duvarda sanki ilerliyormuş veya hareket ediyormuş gibi bir izlenim veriyordu.

“Nedir bu?” diye sordu Faruk, sandalyede oturmakta olan müşteriyi garip bir surat ifadesiyle inceleyerek.

“Bu,” dedi Bahadır, müşteriyle resmin yansıtıldığı duvar arasındaki boş alana girerek, “bilimin bize vaat edebildiği bir fırsatı kullanış biçimimiz.” İzlendiğinin farkında olmadığı artık oldukça belli, duvardaki görüntülere hülyalı biçimde bakan müşterinin yanına gelen Bahadır, adamın kafasındaki bantlı aygıtı göstererek, “Zihninizden aldığımız görüntüleri,” diye açıklamaya girişti, “Sinyaller, dalgalar ve bilimden elde ettiğimiz birtakım araç gereçler ve yazılımları kullanarak,” görüntü yansıtılan duvarı işaret etti, “duvara yansıtıyoruz. Yani onları bir nevi tekrar yaşamanıza olanak sağlıyoruz.”

“Anıları tekrar tekrar yaşamak,” diye mırıldandı Faruk, karşılarındaki düzeneğin büyüleyiciliğine ağzı açık biçimde, hayranlıkla bakarak.

“Sadece anıları da değil,” diyerek onu düzeltti Bahadır. Belli ki onu duymuştu. “Rüyaları tekrar yaşama, hatırlama imkânınız da var.”

“Rüyalar mı?” diye sordu Mert şaşırarak. “O niye?”

“Her üç kişiden biri illâ ki sabah kalktığında gece gördüğü rüyayı kafasına çok takıyor, ancak ne gördüğünü bir türlü anımsayamıyor. Anımsayamadıkça, kafasına daha çok takıyor ve resmen bölük pörçük, anlamsız görüntülerin peşinden koşmaya başlıyor. Hâlbuki biz burada insanların bu görüntüleri daha rahat biçimde edinip onlara bir anlam vermelerine de yardımcı oluyoruz.” Bahadır açıklamayı yaptıktan sonra, Faruk’la Mert’in henüz fark edemedikleri, sandalyede oturan adamın gerisindeki, küçük odayla arada kalan bölümde yer alan üç dört tane, Bahadır’ın kendi boylarındaki teknolojik cihazları gösterdi. Üzerlerindeki bazı ufak tefek ışıkların yanıp söndüğü, bazılarınınsa sabit biçimde yandığı bu cihazlar, müşterinin kafasındaki aygıttan çıkan kabloların da bağlandığı kısımdı aslında. Mert’in bakışları cihazları baştan aşağı süzerken, cihazların orta kısımlarındaki sabit bir hızla dönüp duran, delikli büyük diskleri gördü. Film şeridi makarasının sarılı olduğu eski film makinesi parçasına benziyordu bunlar. Mert bu bölümün biraz da istihbarat gibi bir izlenim verdiğini hissetti ve Bahadır’ın yapacağı açıklamayı tahmin etti. “Biz onların bu görüntülerini geçici süreliğine kaydediyoruz ve elimizdeki imkânlarla,” Bahadır arka odayı işaret etti, “bunları dijital hâle getirip ardından projeksiyon vasıtasıyla kişinin önündeki duvara yansıtmaya olanak sağlıyoruz.”

Bahadır anlatımı bittikten sonra ağır adımlarla yanlarına geldi ve duvara yansıtılan görüntüleri işaret etti. “Kim bilir eşiyle veya sevgilisiyle ne gibi bir ânını düşünüyor…”

Faruk ve Mert duvara yansıtılan ve uzun metraj bir film için yapılan kurgu sırasında değiştirilen görüntülere benzeyen görüntü akışını izlediler bir süre; bazı görüntüler uzun süreli oynuyor, ardından birkaç hızlı görüntü geçiyor, sonra belki yine aynı görüntü oynuyor veya başka bir görüntü devreye giriyor, sonra yine bölük pörçük bazı görüntüler, belki bir görüntünün geriye sarması şeklinde devam ediyordu.

“Bu kadar kesik ve parçalı görüntüler olduğuna göre bu bey sanırım bir rüyasını hatırlamaya veya anlamlandırmaya çalışıyor.” Bahadır bunu söyleyince üçü de dönüp sandalyede oturmakta olan adama baktılar. Başı hafif eğik, orta sınıf biri gibi gözüken adam, karşısında onların olduğundan habersiz biçimde karşısındaki duvara yansıtılan görüntülere bakıyordu – ya da, adamın sağa sola çok az bir kıpırtıyla hareket eden gözlerinden öyle bir anlam çıkartmıştı Mert. Belki de adam bu görüntüleri zihninde yaşadığı için duvara hiç bakmıyordu, veya görmüyordu bile. Mert’in bu düşüncesini doğrular nitelikte, Faruk’un, “Adam bizi görmüyor mu?” sorusu üzerine Bahadır açıklamaya girişti: “Cihaz bağlanmadan önce kişiyi odaklamak üzere bir hap veriyoruz. Ancak bu çok ağır bir hap ve gerçekten yüzde yüz odak sağlıyor. Öteki türlü, bu hizmetten yararlanmak isteyen kişiye kaliteli bir hizmet vermemiz pek mümkün değil, çünkü anılar, hafıza, rüyalar; dahası bilinçaltındaki pek çok görüntü elde edilmesi, tekrar hatırlanması kimi zaman çok zor olan materyaller. Bir haftalık bir tatilde, gözünüzün önünden 2 saniyeliğine geçinen ve bu 2 saniyede bile zihninizin derinliklerinde bir yere kazınan bir görüntüyü biz burada tekrar görmenizi, hatırlamanızı sağlıyoruz; ancak bunu yapabilmek için sizi çok sert bir şekilde uyuşturmamız ve sadece o âna odaklamamız gerekiyor. Başka türlü bu sistemin çalışması mümkün değil.”

“İlginçmiş…” dedi Faruk, Bahadır’ın açıklaması üzerine.

“Bazen çok önemli iş adamları veya şirket yöneticileri de gelip bu hizmetten faydalanıyor. Herkes her an aklındaki her şeyi not almayabiliyor ve asistanına da güvenemeyebiliyor. Bir toplantıyı, ‘Pardon, bu toplantıyı videoya çeksek sorun olur mu?’ diye kayda almak yerine, toplantıyla ilgili anılarını gelip burada tekrar yaşıyorlar. Bu, kimi müşterilerimize şirketleriyle ilgili karar vermelerinde bayağı fayda sağlıyor.”

“Peki anılar kısmını biraz daha açabilir misiniz?” diye sordu Mert.

“İsterseniz ona ofisimde devam edelim,” dedi Bahadır, odanın kapısını işaret ederek. Ufak odanın aralık kapısından gözüken kilolu adama selam verip kolaylık dileyerek odadan ayrıldılar.

Bahadır’ın odasına geçtiklerinde, adam ikisine birer bardak kahve ikram etmiş ve masasının önündeki sandalyelere buyur ederek anlatmaya girişmişti.

“İnsanlar buraya hem rüyalarını, hem önceki zamana ait anılarını tazelemek, yeniden yaşamak ve, kimi zaman da, hiç unutmamak için geliyor. İnsan zihni ve bilinçaltı malûm bir yere kadar tutabiliyor. Çok küçükkenki veya herhangi bir zamandaki bir anıyı, bir hatırayı belleğinizde tutmanız, onun ne kadar şiddetli olduğuyla ilgili olarak değişir.” Bahadır anlatırken bir yandan da kahvesinden bir yudum aldı. “Örneğin feci bir trafik kazası geçirmişseniz, olayın yarattığı travma sebebiyle kaza ânını, belki öncesini veya sonrasını hatırlamayabilirsiniz, olay ânını görmüş olduğunuzdan emin olmanıza rağmen. Buraya geldiğinizde, zihninize yaptığımız frekanslarla ve dalgalarla alâkalı deneyler neticesinde bunları yüzeye çıkarmanıza yardımcı oluyoruz.” O anlatırken, Faruk ve Mert dikkat kesilmiş biçimde dinliyorlardı. “En sık karşılaştığımız vakalar ise, hatırlanamayan rüyalar. Bazen insanlar, çok sevdikleri ve uzun ya da kısa zaman önce kaybettikleri bir yakınlarını veya sevdiklerini rüyalarında görüyorlar, bu kişi onlara bir şey demiş veya göstermiş oluyor; fakat rüyayı sabah uyandıklarında hiçbir şekilde hatırlamıyorlar. Bir iki sahneyi hatırlamaya çalıştıklarında da zihinlerinden uçup gidiyor.”

“Başıma sık gelmiyor desem yalan söylemiş olacağım,” dedi Faruk içtenlikle.

“Yalnız da değilsiniz üstelik,” diyerek başını sallayarak ona hak verdiğini gösterdi Bahadır. “İnsanlar ne anılarını, ne hatıra ve rüyalarını hatırlamak için buraya gelip servet harcıyorlar.”

“Servet derken?” diye lafa girdi Mert.

“Eh, böyle bir teknolojinin, üstelik bu kadar yaygınlaşmamış ve -ne yazık ki- illegal olan bir teknolojinin götürüsü de maddi anlamda bir hayli fazla olabiliyor. Neticede evet anılarla, hatıralarla, rüyalarla, yani kısmen sürreal şeylerle uğraşıyoruz; elle tutulabilir veriler değil bunlar. Ancak biz bunları elle tutulabilir hâle getirmeye çalışıyoruz.”

Bahadır bu kısma geçince, Faruk ve Mert daha da dikkat kesilerek biraz daha öne eğilip Bahadır’ı dinlemeye devam ettiler. “Yine teknolojinin faydaları sayesinde, rüyaları, hatıraları, bilinçaltını rakamsal verilere dönüştürebiliyoruz.”

“Bu harika bir şey.” dedi Faruk, yüzünde zafer kazanmış bir gülümsemeyle.

“Esas sizi şaşırtacak kısma geldik. İnternetten bir şeyler indirip izliyorsunuzdur mutlaka. Yani yasal olmayan yollardan indirmenin yanı sıra, Youtube’da video açıp izliyorsunuzdur.” Bahadır bunu söyleyince, Faruk ve Mert “yani…” der gibi birbirlerine bakıp başlarını salladılar. “Çok yüksek çözünürlüklü bir saatlik bir videonun boyutu ne kadardır sizce? 1-2, maksimum 3 GB gibi bir şey değil mi?” İkili yine başlarını sallayarak, Bahadır’ı takip ettiklerini gösterdiler. “Peki, eğer isterseniz, hayatınızdaki önemli bütün anları sizin için arşivleyip 1 ya da 2 GB’lık bir veri hâlinde size verebileceğimizi biliyor muydunuz?”

Bahadır bunu sorup, onların kafasını karıştırmış olmanın yarattığı keyifle kollarını kavuşturup yüzünde sinsi bir sırıtmayla arkasına yaslandı. Mert ve Faruk birbirlerine bakıp, Bahadır’ın son sorusunu zihinlerinde tartmaktaydılar. Ardından Bahadır’a döndüler.

“Anıları sadece burada izleyebildiğimizi sanıyordum,” dedi Mert, Bahadır’ın anlattıklarını zihninde sıraya koymaya çalışarak.

“Burada izleyebiliyorsunuz, ama biz onları kaydedebiliyoruz, dijital hâle getirebiliyoruz ve onları daha sonra tekrar izlemenize olanak sağlıyoruz.”

“Evimizde mi?” diye sordu Faruk şaşırarak.

“Şimdilik bu teknoloji evlere kadar girmiş değil; burada kaydedilip yine burada istediğiniz zaman getirip izleyebiliyorsunuz.”

“İlginçmiş…” dedi Faruk, bir yandan da teknolojinin hakikaten geldiği son noktaya hayret ederek.

“Size bir iyilik daha yapayım mı?” diye sordu Bahadır, ikisinin yüzlerindeki şaşkın ifade henüz silinmemişken.

Birkaç dakika sonra Mert ve Faruk, Bahadır’ın peşi sıra yine koridorda ilerliyorlardı. Bahadır kapılardan birinin önünde durup kolu dikkatlice çevirerek gıcırtılar eşliğinde açtı kapıyı ve içeri girdiler.

Deminki gibi sinema salonu tarzında bir odaya girdiler. Bu sefer müşteri sandalyesinde orta yaşlarda, yüksek kesimden gibi gözüken, alımlı, sarışın bir kadın oturuyordu. O da karşısındaki duvara yansıtılan görüntüleri direkt değil, başı hafif eğik ve aralıklarla sağa sola oynayarak izliyordu.

“Bu hanımefendi bize 1,5 – 2 aydır geliyor. O da sizin gibi (Bahadır Mert’e baktı) bir arkadaşından duyarak bizi buldu. Şimdiye kadar tek bir isteği oldu, o da annesiyle ilgili son hatırasının, yani onunla geçirdiği son günün zihninden dijital ortama aktarılması. Böylece her gelişinde saatlerce bu anıyı izleyebilecek. Annesini bize başvurmadan birkaç hafta önce kaybetmiş sanırım.”

Bahadır anlatırken, Mert sandalyedeki kadının yüzünü inceledi; gözleri, deminki müşterinin gözleri gibi sabit bir noktaya bakıyor, Mert’i görmüyordu bile. Gözlerinden ise, sürekli olarak akan gözyaşları vardı. Nezle olup devamlı akıtan bir burun gibi, yüzünde ağlamaklı bir ifade olmamasına rağmen yine de hüzünle bakarak sabit bir şekilde ağlıyordu. Ardından Mert başını projektörden yansıtılan görüntü için duvara çevirdi ve görüntülere baktı: deminki adamın anısına kıyasla, bu kadının annesiyle ilgili son anısı oldukça netti. Kadının kendisiyle annesi yüzlerinde mutlu bir gülümseme ile sohbet ediyor, bahçede yürüyor, birbirlerine bir şey anlatıp gülüyorlardı. Kim bilir annesi nasıl öldü…, diye düşündü Mert. Ancak bu çok fark etmezdi; kadının annesi artık yoktu ve buraya gelip annesiyle ilgili son anısını defalarca, doya doya yaşamak istiyordu.

Birkaç dakika sonra yine Bahadır’ın odasındaydılar. Bahadır onlara arkasındaki ekranlardaki görüntüler üzerinden, tesiste yapmakta oldukları iş hakkında akıllarında kalan soru işaretlerini gidermek üzere birkaç bilgi veriyordu.

“Bu hizmetin karşılaştığınız olumsuzlukları neler?” diye sordu Mert, Bahadır’ın arkasındaki ekranlardan görülen seanslara göz atarak.

“Yasal prosedürleri soruyorsanız, henüz karşılaştığımız bir sıkıntı yok. Ama tabii çok gizli yürütülen bir şey ve ne zaman ne olacağı belli olmuyor.” diye yanıt verdi Bahadır.

“Yok hayır,” dedi Mert hemen, “Anıları kaydetme ve saklama, tekrar oynatma gibi kısımlarla ilgili daha çok.”

“Teknolojisi çok yeni olduğu için bilimsel bazı sıkıntıların olma ihtimali var, evet.” şeklinde açıkladı Bahadır. “Bir de tabii, herkes farklı farklı verileri kaydettirip oynattırmak istiyor. Teknolojiyi buna uygun olarak kullanmak durumunda kalıyoruz. Bir nevi, birinin zihninden çıkan düşünce balonunu rakamsal ve dijital bir veri hâline getirmeye çalışıyoruz. Bu aynı, havada buhar hâlinde bulunan suyu elinizdeki kavanoza sıvı ya da katı hâlde biriktirmek gibi bir şey.”

“Boyutlardan bahsetmiştiniz,” diye lafa girdi Faruk. “Herkesin isteklerinin veri olarak boyutu değişiyor mu?”

“Pek tabii,” diye yanıtladı Bahadır. “Mesela, sizce bir gecelik rüyanız kaç MB eder?”

Faruk ve Mert bu soru karşısında yine birbirlerine bakıp cevabı aradılar, ancak bir yanıt veremediler.

“İnsanlar, gece boyunca bir film uzunluğunda gördüklerini iddia ettikleri rüyalarının çok, çok uzun ve çok büyük bir şey olmasını beklerler. Bu tabii, saklamak istedikleri verinin kalitesine göre de değişebilir. Ancak şu zamanda, bir gecelik rüya en fazla 10-20 MB gibi bir şey oluyor.” Mert ve Faruk aldıkları cevap karşısında şaşkınlıkları gizleyemezken, Bahadır önünde kapalı duran laptop’un ekranını kaldırıp onların göreceği şekilde çevirerek bir veri tablosunu açtı. “Bütün gece boyunca zihninizi deliler gibi kurcalayan, size bir film görmüşsünüz hissi veren koca bir rüya en fazla 10-20 MB’lık bir veri hâline dönüşüyor.”

Bahadır’ın laptop ekranında açtığı verileri inceleyen Mert ve Faruk ne diyeceklerini bilemedi. Birkaç saniye sonra konuşan Faruk oldu.

“Peki, biriyle ilgili ortalama bir anı birikimi ne kadar boyut kaplıyor?”

“Önce de dediğim gibi, kalitesine ve kişiden kişiye göre değişebilen bir veriden bahsediyoruz.” dedi Bahadır, laptop ekranındaki verileri daha iyi görebilsinler diye cihazı onlara doğru hafifçe iteledikten sonra koltuğunda geriye yaslandı. “Bazısının sevgilisiyle veya kız ya da erkek arkadaşıyla ilgili toplam anısı 1 GB’a yakın olabiliyor, bazısında bu miktar 2 GB’a kadar çıkabiliyor. Bazısı koskoca 1-2 senenin içinden büyük bir miktar anıyı veriye dönüştürüp izlemek, tekrar yaşamak istiyor. Bu durumda 5-10 GB’a kadar çıkabiliyor.”

“Peki, yanımızda nasıl taşıyabiliyoruz? Yani anımız nasıl bizim olmuş oluyor?” diye sordu Mert.

Bahadır, masası üzerindeki kâğıt kalem karmaşası arasından, Mert’in kalemtıraşa benzettiği bir objeyi baş ve işaret parmaklarıyla tutarak havaya kaldırıp onlara uzattı. “Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, USB bellekler bizim işimizi -şimdilik- hâlâ görüyor.” Mert ve Faruk yaklaşıp adamın parmakları arasında Kingston marka bir USB bellek tutmakta olduğunu gördüler.

“Ne yani?” dedi Mert, “O kadar anı, rüya, bilinçaltındaki o kadar malzeme toplanıp bu ufacık şeyin içine mi sığıyor?”

“Bu ufacık şeyin içine bugün neler neler sığdırıldığını biliyorsunuz, değil mi?” dedi Bahadır alaycı bir şekilde. “Herhangi bir soyut veya somut içerik dijital hâle getirilip saklanabilir olduktan sonra, kalitesi bozulmadan boyutları düşürülerek hemen herhangi bir şeyin içine sığdırılabilir.” Bahadır’ın bu açıklaması üzerine aklı hem karışan, hem de aydınlanan Mert, bir cevap bekler gibi Faruk’a baktı, ardından Bahadır’a döndü. Bahadır başını öne sallayarak, “Evet,” dedi, “bilim dergilerinde okuduğunuz, hatta gişe rekortmeni Hollywood filmlerinde gördüğünüz, kişinin bütün verilerinin, derisine yerleştirilen bir çipin içine sığdırılması hiç de uzak bir teknoloji değil. Ufacık bir parçanın içine koca bir dünya sığıyor.”

Mert ve Faruk, Bahadır’ın anlattıkları üzerine akıllarında kalan (daha çok Mert’in aklında kalan) birkaç soruyu da yöneltip cevaplarını aldıktan sonra, adamın rehberliği eşliğinde tesisin yukarısındaki zemine çıkarak depodan ayrıldılar. Bahadır onlara arabalarına binene kadar eşlik etti.

Yol sırasında, “Eee?” diye sordu Bahadır, “İlk seansınızı ne zaman gerçekleştirmek istersiniz?” Bakışları Mert’in üzerindeydi.

“Şeyy – ben -” Mert bir Bahadır’a, bir Faruk’a bakarak uygun kelimeleri seçmeye çalıştı. Faruk arabasının kilidini uzaktan kumandayla açarken, Bahadır keyifli biçimde güldü.

“Anlıyorum,” dedi. “Daha bu teknolojinin ayrıntılarını bile yeni öğrenmişken, seans konusunda şüphenizin olması normaldir.” Mert hemen “Yok – ben – şey-” diyecek olsa da, Bahadır onu yatıştırmak ister gibi başını sallayarak rahat olmasını sağladı. “Gerçekten anlayabiliyorum. Bazı insanlar hemen ertesi gün bu üstün teknolojinin keyfini çıkarmak isterken, bazılarında bu süre birkaç günü, hatta haftayı bulabiliyor.” Arabaya vardıklarında durdular. “Mert Bey, anıları biriktirme konusunda başka sorularınız olursa, tekrar geldiğinizde seve seve yanıtlamak isterim. Ayrıca anıları silmeyle ilgili tereddüdünüzü de çok iyi anladım. O konuda henüz çok yeniyiz ve birkaç denememiz oldu; ancak o konuyu da halledebileceğimizi düşünüyorum. Eternal Sunshine of the Spotless Mind mantığı müşterilerimizin en az %10-20’lik kısmında kendini gösteriyor, aşinayım yani.”

Bahadır’la tokalaşıp arabaya bindiklerinde, Mert, adamın verdiği film örneğini düşününce irkildiğini hissetti. Kendi zihninden anıları toplamak, hatta silmek. Peki ya ona da, Eternal Sunshine filmindeki gibi olur da, anılarıyla ilgili kararsız kalıp tam anının içindeyken silinmesini istemezse ne olacaktı? Faruk arabayı onun evine doğru sürerken, Mert bunun henüz endişelenmesi gerekmeyecek bir konu olduğunu hatırlattı kendine – şimdilik.

*

Mert eve vardığında epey geç olmuştu. Saat gece yarısını geçmişti bile. Bunda, Faruk’un yolda tost yapan bir yer bulup ikisine karışık tost ısmarlama isteğinin de etkisi vardı. Eve girdiğinde mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalıştı, çünkü yatak odasındaki son derece rahat yataklarında Ahu mışıl mışıl uyuyordu. Gecenin karanlığında yatak odasının pencerelerinden içeri süzülen ay ışığının aydınlattığı kavisli ve çekici vücudu rahatlıkla görülen Ahu, sessizliğin içinde belki de en derin rüyalarından birine dalmıştı. Mert üzerindekileri çıkartıp gardırobun önündeki sandalyenin üzerine bırakarak yatağa yavaşça oturdu ve bacaklarını da içeri çekerek Ahu’ya sokulup onu sarmaladı. Gece yatağa sanki birlikte yatmışlar gibi uykuya daldı.

Ertesi sabah Ahu erkenden kalkmış, mutfakta tost ve kahve hazırlıyordu. Bu ikilinin kokusu yatak odasına kadar gelince Mert uykusundan keyifli bir şekilde uyandı. Ancak uyanır uyanmaz, aklına dün geceki tesiste gözlemledikleri seanslar ve akabinde zihnini kurcalayan düşünceler gelince suratı asıldı. İyi de nasıl olacaktı?

Üzerini giyip Ahu’nun hazırladığı kahvaltıyı onunla birlikte mutfak masasında karşılıklı oturarak ederken, Ahu’nun kendi işiyle ilgili birtakım sözlerini dinleyip, o da kendi işiyle ilgili birtakım fikirlerini paylaştı. Fakat kahvaltı boyunca da, anıları kaydedip tekrar seyretme meselesi zihnini kurcalamaya devam ettiği için, Ahu’yla aralarında geçen konuşmaya pek dikkatini verememişti.

Gün içinde, iyi bir maaş almasına olanak sağlayan yüksek mevkideki işini yapmak üzere şehrin manzarasını iyi bir açıdan gören holding binasındaki ofisinde oturdu. Bazı zamanlar dışarıda halletmelik işleri de oluyordu, ancak o günkü işlerinin hiçbiri bunu gerektirmiyordu. Masasına arkasını dönüp koltuğunda rahatça oturarak ofis pencerelerinden dışarıdaki manzarayı seyrederken de aklının bir köşesinde anılarla ilgili seans düzenleyen tesis vardı. Faruk’a birkaç ay önce sıkıntısını açtığında, “Böyle bir tesis var benim bildiğim. Ancak illegal bir iş yapıyorlar. İlgini çeker mi?” şeklinde bahsi geçmişti bu meselenin ilk defa. Mert’in yıllardır arkadaş çevresinden hep duyduğu tarzda bir konuydu bu: birinin çözülemeyen gündelik veya hayatla ilgili genel bir problemi olurdu ve bunun bir sürü çözüm yolu aranırdı; ancak o yollardan biri illegal olurdu ve yüksek kesimden insanlar oldukları için, parayı bastıran bu tür bir sorununa çözüm bulabilirdi. Yasal veya yasa dışı olması önemli değildi; problemin çözülmesi tek kriterdi. Bu uğurda, kendisine çok yakın olmayan çevrelerdeki insanların, kız veya erkek arkadaşlarını, sevgililerini, eşlerini dostlarını takip ettirtip, hoşlarına gitmeyen bir gerçeği öğrendiklerinde bu insanları kiralık katillere nasıl hiç tereddüt etmeden öldürttüklerini biliyordu, bunları çokça duymuştu. Mert hiçbir zaman öyle insanlardan olmamıştı ve bu konuda çok rahattı. Onun derdi başkaydı.

*

Tesisin diğer müşterilerinin, buranın varlığından haberdar olduktan sonra bir seans görmeyi istemeleri ne kadar sürüyordu, bunu bilmiyordu; ancak Mert’in bunu istemesi üç gününü aldı. Üçüncü günün sonunda yine Faruk’u aramış ve tesise gitmek istediğini söylemişti. Kararlaştırdıkları bir akşam Mert ofiste -yine- çok işi olduğunu söyleyip akşam yemeğine onu beklememesini Ahu’ya tembih ettikten sonra, Faruk’la akşam vakti arabasına atlayıp tesisin yer aldığı büyükçe depoya vardılar. Aynı yapılı görevli tarafından deponun aşağısındaki tesise indirilip Bahadır’ın odasına getirildiklerinden sonra, Bahadır Mert’e tesiste uygulanan seanslarla ilgili yasal prosedürleri içeren birkaç belgeyi imzalattı. Esasında yasa dışı olan bir uygulamayla ilgili yasal zorunluluklar konusunda belgeleri imzalarken Mert durumun ironisi karşısında hem içten güldü, hem de karnına bir ağrı girdiğini hissetti. Evet, çevresinden duyduğu yasa dışı ve sonu kötü olan şeylere şimdiye kadar pek girişmemişti; ancak şu an kendisi de ister istemez böyle bir yola başvurduğu için kendini kötü adam olarak düşünüyordu. Bütün bu düşünce karmaşasının arasında, belgeleri imzalayıp bitirmesi 2-3 dakika kadar sürdü.

Faruk Bahadır’ın odasında beklemek üzere kaldı ve Mert, Bahadır’ın ve yapılı görevlinin eşlik etmesiyle birlikte, bu sefer başka bir koridorda ilerlemeye koyuldu. Görevli onları bir kapının önüne getirip kapıyı ardına kadar açtıktan sonra yana çekildi ve Mert, Bahadır’ın ardından odaya girdi. Önceki tanık olduğu seanslardan hatırladığı üzere, Mert’i bir sandalyeye oturttular. Mert metal sandalyeye oturunca kendini garip hissetti. Bu hissiyata sebep olan etkenlerden biri de, sandalyenin kol ve bacak kısımlarındaki kemerlerdi; müşteriyi sandalyeye bağlıyorlardı. Bahadır bunu, “Seans süresince müşterinin aldığı ilacın yan etkisi olarak farklı bir tepki vermesi ihtimaline karşılık tesisin almak zorunda olduğu önlemlerden biri,” şeklinde açıklamıştı, Mert de fazla sorgulamamıştı. Odanın içindeki bir iki görevli etrafına doluşup kollarını ve bacaklarını sandalyeye çok sıkı olmayacak biçimde bağladıklarında (neticede bunu kendi isteğiyle yapıyordu ve müşterinin kendisini bir suçlu veya mahkûm gibi hissetmesini istemiyorlardı) Mert, sandalyenin metalinin üzerinde yarattığı ürperti hissiyle derin biçimde yutkundu.

“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Bahadır gayet sakin bir tavırla.

“İyi, fena değil”, diye yalan söyledi Mert, hâlbuki göğüs kafesinin içinde hızlıca atmakta olan kalbini, kemerle bağlanmış kollarında, bacaklarında, hatta direkt beyninde bile hissedebiliyordu.

“Merak etmeyin, birkaç dakikaya rahatlayacaksınız,” dedi Bahadır, onun yalan söylediğini anlamış gibi. Ardından ekledi: “Sandalyedeki nabız ölçer uçlar nabzınızla ilgili bize bilgiyi şu ekrana yansıtıyor.” Bahadır işaret parmağıyla Mert’in biraz ilerisindeki dolap gibi bir cihazın üzerindeki siyah ekranda hareket eden nabız çizgisini gördü. “Arkadaşlarım size, zihninizi berraklaştırıp rahatlıkla açmanızı sağlayacak bir hap verecekler. Bu, nabzınızın biraz hızlı atmasına sebep olabilir, fakat şu ankinden çok daha kötü bir hâlde olmazsınız, o yüzden rahatsız olmanıza gerek yok.”

“Sonra?” diye sordu Mert, tekrar yutkunarak.

“Sonrası, siz zihninizden hangi görüntüleri geçirmek, neyi hatırlamak, neyi tekrar yaşamak istiyorsanız o…” dedi Bahadır kısaca ve görevlilere başıyla işaret etti.

Görevlilerden biri elinde metal bir tepsiyle bir bardak su ve içinde ufacık bir hap duran kabı getirdi. Hapı Mert’in ağzına kibarca yerleştirdikten sonra suyu içmesine yardımcı oldu, ardından yanından uzaklaştı. Odanın içindeki mekanik sesler ve arka planda çalışan büyük bir motor sesini andıran ses dışındaki sessizlik, Mert’i gittikçe daha da ürpertti. Üstelik tanık olduğu iki seansta da herhangi bir sıkıntı olduğunu gözlemlemediği hâlde. Demek ki her şey, insanın kendisi olaya dâhil olunca değişiyormuş, diye geçirdi içinden. Hapı yutmasından birkaç dakika sonra, ilerideki cihazın üzerinde yer alan ekranda nabzı yine aynı seviyelerde devam ederken, görevli arkasından yaklaşıp önüne geldi ve elindeki, taç biçimindeki kablolar ve uçlardan oluşan bantlı aygıtı Mert’in kafasına yerleştirip düzgün durması ve kafatasıyla temas hâlinde durması için sağa sola biraz oynattı. Mert aygıtın kafasına tam oturduğu hissettiğinde, iğne ucu gibi uçların kafa derisine çeşitli noktalardan değdiğini hissetti. Etrafından kaybolan görevli arkada bir şeyler yaparken, Mert kafasındaki aygıtın üzerindeki uçların hareket hâlinde olduğunu anladı; kafa derisine değen uçlar deriye biraz daha değerek hafifçe batmaya başlamıştı. Aygıt sanki kafasının üzerinde gittikçe içine kapanıp küçülüyordu.

Ardından arkadan, beyin uyuşturan boğuk bir motor vınlama sesi gelmeye başladı. Kafasındaki aygıt çok yavaş biçimde titreşirken, Mert karşısındaki boş duvara baktı. Tepesindeki projeksiyonun çalışmasıyla birlikte duvara spot ışığı gibi bir ışık -ama daha büyüğü- düştü. Karşısındaki berrak beyaz ışık Mert’in gözünü önce kör edecek gibi oldu, fakat birkaç saniye içinde ışığa alıştı.

…derken gözlerinin önündeki görüntü çok yavaş biçimde, saat yönünde dönmeye, dahası bulanıklaşmaya başladı. Mert gözlerini kırpıştırarak, gerçek bir görüntüye mi baktığını anlamaya çalıştı, fakat ilaç etkisini göstermeye başlamıştı ve kafasındaki aygıt da çalışıyordu. Seans resmî olarak başlamıştı. Mert bunun bilincine vardığında, zihnindeki hatırlamak istediği görüntüyü düşünmeye başladı ve bu hissin çok tuhaf, çok keyifli bir his olduğunu düşündü. İnsanın çok uykusu olup göz kapakları ağırlaştığında, gözlerini kapatır kapatmaz derin bir uykuya geçip rüya görmeye başlaması gibi; zihnindeki, bilincindeki ve bilinçaltındaki görüntüyü çekip çıkarması aynı kendi elleriyle yerleştirdiği bavuldan istediği kıyafeti çekip çıkarması gibi oldu.

Ahu’yla evin mutfağındaki masada oturmuş, ikisi de birbirinin çaprazı bir noktaya dalgın biçimde bakarkenki bir anısıydı bu. İkisinin de önünde yarı dolu bir bardak vardı ve ikisinin de yüzünden, Karadeniz’de gemilerinin battığı anlaşılabiliyordu. Orada, o masada kaç dakika ya da kaç saat oturduklarını hatırlamıyordu – bunun bir önemi de yoktu aslında.

“Olmayacak, yürümeyecek,” dedi Ahu, asırlar gibi gelen uzun bir sessizliğin ardından. “Yani… Olmuyor, biliyorsun.” Başını çevirip Mert’e baktı. “Şu an olmayan bir şeyin ileride olabileceğine çok ihtimal vermiyorum.”

“İleri bir zamanda henüz olmamış bir şey için konuşmak beyhude,” dedi Mert hemen.

“Mert…” Ahu’nun sesinde ısrarcı bir ton vardı. Söylediğini ona kabul ettirmek ister gibi. “Lütfen böyle genel şeyler söyleyerek durumun kritikliğinden uzaklaşmaya çalışma.”

“Öyle yapmaya çalışmıyorum Ahu.”

“Ama sen de geçen gün benimle aynı fikirde olduğuna yönelik bir şeyler söylemiştin.”

“O geçen gündü; şimdi bugündeyiz ve böyle düşünüyorum.”

“Ama böyle bir konuyla ilgili dün, bugün ve yarın farklı düşünecek olursan bununla nasıl baş edebiliriz?”

“Ben bunu baş etmelik bir şey olarak da görmüyorum.”

Ahu arkasına yaslandı ve Mert’e dik dik bakmaya başladı. “Birkaç aydır bununla uğraşıyoruz ve şimdi sen bunun baş etmelik bir şey olmadığını mı söylüyorsun Mert?” Kısa bir duraksamanın ardından ekledi: “Faruk’la mı konuştun bunları? O mu sana ‘Bir daha deneyin’ dedi?”

“Faruk’la ne alâkası var bunun Ahu? Bu benim kendi düşüncem,” dedi Mert suratını buruşturarak. Ahu’nun, kendisinin verdiği bazı kararlarla ilgili mutlaka başkalarından yardım almış olmasına yönelik düşünmesi zaman zaman onu sinirlendiriyordu. “Kendi düşüncem ve bugün böyle düşünüyorsam, demek ki bir orta yol bulmuşum demektir.”

Ahu yerinden kalktı ve yavaş adımlarla, Mert’in arkasında kalan lavaboya ilerleyip, lavabonun yukarısındaki pencereye yaklaşıp dışarı bakmaya başladı.

“Ne gibi bir orta yol düşünüyorsun?”

Her şeyin bir orta yolu vardır Ahu, emin ol. Ben de bu orta yolların bir çoğunu düşündüm ve aralarından mantıklı gelenler oldu.”

Ahu ona döndü. “Ne gibi?” Elleriyle arkasındaki lavaboya dayanıyordu, bu da, zayıf vücudundaki omuzlarının sivri biçimde yukarı kalkmış olarak gözükmesine neden oluyordu.

Birkaç saniyelik bir duraksamanın ardından, Mert de yerinden kalktı ve Ahu’ya dönerek onun yanına gelip bedeniyle ona sokuldu.

“Öncelikle, pozitif düşünme.” Mert bunu söyleyince, Ahu gözlerini devirdi. “Hiç yabana atma, masal gibi de gelmesin. Pek çok insan pozitif düşünmeyle nelerin üstesinden geliyor.”

“Yani biz şimdi pozitif düşünerek, ‘Yarın daha iyi olacağız’ diyerek yarın daha mı iyi olmuş olacağız?”

“Belki de.”

Ahu yüzünde acıklı bir ifadeyle karşı çıktı. “Mert ne alâkası var? Aylardır bu sorunla başa çıkmaya çalışıyoruz diyorum sana!”

“Ben de, bunun elbette bir çözümü olduğunu söylüyorum.”

“Ve buna yüzde yüz inanıyorsun, öyle mi?”

“İnanmak, başarmanın yarısıdır.”

“Şaka yapmanın veya dalga geçmenin hiç sırası değil Mert.” dedi Ahu soğuk bir sesle.

Mert onun bu soğukluğuna aldırmadan ona biraz daha sokuldu ve boynuna bir öpücük kondurdu. Çünkü biliyordu ki Ahu’nun bu soğuk ve uzlaşmacı olmayan tavrının ardında, o da denemeyi istiyordu…

…ve bunların hepsi artık geçmişte kalmıştı. Mert birden, istemsizce bilinçaltından kopup gelen ve ne olduklarını anlamadığı, dahası anlam veremediği bir sürü görüntünün gözlerinin önüne gelmesiyle neye uğradığını şaşırdı. Sanki biri gözlerinin önünde onun hayatından kareleri montajlayarak ileriye, geriye sarıyor, birbirinin önüne, arkasına ekliyor, çıkartıyor, hatta birileri zihninin içinde görüntülerle oynuyordu. Deminki sabit anı bir sıkıntı değildi, fakat şimdi birileri onun zihnini mıncırıyormuş gibi hissediyordu ve bu pek de keyif verici bir şey değildi.

Bu an birkaç dakika daha sürdü ve Mert, Ahu’yla olan bölük pörçük anılarını istemeyerek de olsa izleyerek fenalık geçirecek gibi oldu. Acaba ölüyor muyum, diye düşünmeden edemedi. Biliyordu ki, insanın ölmeden önce bütün hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp giderdi.

Böyle bir şey olmadığını anlaması, bilincinin seans odasına geri dönmesiyle gerçekleşti. Kendine gelir gelmez hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. İlerisindeki cihazda nabzının bip… bip… şeklindeki atış sesini az da olsa duyabiliyordu. Başını iki yana çevirip kollarına ve bacaklarına baktı; tek parça olarak sandalyeye bağlı şekilde oradaydı.

“İyi misiniz beyefendi?” dedi cılız, 25-30 yaşlarında bir adam Mert’in karşısına gelerek. Mert cevap vermek yerine derin derin soluyarak başını öne sallamakla yetindi.

Birkaç dakika sonra, sandalyeden çözülmüş ve seans odasından ayrılmış olarak, Bahadır’la koridorda ilerliyordu.

“İlk deneyiminizin biraz sert geçtiğini düşünüyorum. Yanılıyor muyum?” diye sordu Bahadır, ona dönmeden.

“Gibi…” dedi Mert durgun bir sesle.

“Eğer bir seans daha almaya daha sonra karar verecek olursanız, emin olun bu sefer daha rahat bir tecrübe edineceksiniz.”

“Hazır ikinci bir seanstan bahsetmişken,” dedi Mert, “sizinle özel olarak bir şey görüşebilir miyim? Mümkünse odanızda olmadan, daha özel bir yerde?”

Mert’in bu isteğiyle duraksayan Bahadır dönüp ona baktı. Mert’in yüzündeki ifadeden ciddi bir şeylerin gelmekte olduğu belliydi. “Tabii ki,” dedi hemen kibar bir ses tonuyla, “ne demek, buyurun…” Eliyle Mert’e koridorun ilerisini işaret ederek onu teklif ettiği üzere kimsenin olmadığı bir odaya götürdü.

Depo gibi bir yere girdiler. Burada, seans odasındaki nabız ölçümü yapan dikey cihaz gibi pek çok cihaz sıralanmıştı. Dijital bir kütüphane gibiydi içerisi. Cihazların hepsinin üzerinde belli bazı göstergeler, sabit yanan, yanıp sönen ışıklar vardı.

Cihazların arasından geçerlerken Mert bir yandan etrafı gözleyip, bir yandan da kafasında düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Esasında isteği çok basitti, ancak bunu Bahadır’a açacak olursa nasıl bir tepki vereceğini bilemiyordu – adamın işi zaten bu olmasına rağmen.

“Benden istediğiniz nedir Mert Bey?” diye sordu Bahadır, onun uzun süren sessizliği konusunda iyice meraklanarak.

“Geçen gelişimizde de anılar ve onları saklayıp silmeyle ilgili size birtakım şeyler sormuştum, hatırlıyor musunuz?”

“Evet,” dedi Bahadır, kollarını göğsünde kavuşturarak.

“Ben… ben sadece böyle bir şeyin maddi manevi etkilerinin neler olabileceğini merak ediyordum.”

“Şöyle söyleyeyim,” diye lafa girdi Bahadır, “Manevi kısmıyla biz pek ilgilenmiyoruz, çünkü anı kısmı sonuçta sizinle ilgili. Maddi kısmıyla ilgili ise, burada anılarla, hafızayla ve rüyalarla ilgili yaptıracağınız her işlemin size elbette bir maliyeti olacaktır.”

“Para kısmı sorun değil,” dedi Mert hemen. Bunu söyleyince de kendinden tiksiniverdi birden. Parayla her türlü sorunu çözebilen ve ‘para dert değil’ deyip bu uğurda gerekirse en kötü şeyleri bile yapabilen insanlar gibi hissetti kendini – bu kadar kötü bir adam mıydı? Yo hayır, değildi. Yapılmasını istediği (isteyeceği) şey de esasında bakıldığında kötü bir şey değildi.

“O zaman dert etmeniz gereken pek bir şey yok.” dedi Bahadır kısaca. Ardından aklına bir ihtimal daha geldi. “Ha, bahsettiğiniz eğer yasal prosedürlerse eğer…”

“Yo hayır.” Mert başını iki yana salladı.

“Yani o konuda da,” lafı bölünmemiş gibi devam etti Bahadır, “imzalamanız gereken birkaç belge olacaktır elbet. Çünkü yarın öbür gün bize gelip de ‘Bunu neden yaptınız bana?!’ demeyeceğinizi bilemeyiz. Burada olup biten her şey müşterilerin kendi istekleri doğrultusunda gerçekleşir. Biz bunun teminatını vermekle yükümlüyüz.”

“Anladım.” Mert başını salladı. “Yani tesisinizin yapmak zorunda olduğu prosedürler dışında, sizin tarafınızdan herhangi bir sıkıntı yok.”

“Bakın Mert Bey,” diye izaha girişti Bahadır gülerek, “bu iş başından sonuna kadar yasa dışı. Dolayısıyla tesis olarak kendimizi güvenceye almak zorundayız elbette. Eğer ki endişelendiğiniz mesele bu ise. Ancak benim anladığım kadarıyla, sizin kendiniz açısından endişelendiğiniz bazı kısımlar var.” Bahadır bunu söyleyince, Mert’in farkında olmadan başını yavaşça öne salladığını fark etti. “Bu noktada, yaptırmak istediğiniz şeyi gerçekten yaptırmak isteyip istemediğiniz tamamen size bağlı.”

“Benim en büyük merakım, bunun daha sonra tersine çevrilip çevrilemeyeceği.”

Bahadır başını olumsuz anlamda salladı. “Şu an için elimizdeki teknoloji sadece anıyı gözlemek, depolamak ve kişiye tekrar izletmek ve yaşatmak üzerine. Tersini yapmak, yani var olan veya olmayan bir anıyı kişinin zihnine yerleştirmek… bu henüz mümkün olan bir şey değil.”

“Anladım…” Mert dudaklarını yalayarak düşünceli bir şekilde etrafına bakındı. Onun kararsız kaldığını gören Bahadır açıklamaya koyuldu.

“Böyle bir konuda ikileminiz varsa, tavsiyem önce bundan emin olup olmadığınıza karar vermeniz. Çünkü, demin de dediğim gibi, böyle bir şeyi bir kere yaptırdınız mı geri dönüşü olamaz.”

“Hayır, yaptırmayı istiyorum,” dedi Mert kesin bir dille.

“O zaman sıkıntı nedir?” diye sordu Bahadır gözlerini kırpıştırarak. Mert’in gelmek istediği noktayı bir türlü kavrayamıyordu.

“Sıkıntı şu…” dedi Mert, “Daha doğrusu esasında istediğim şu…” Ardından anlatmaya başladı.

İkilinin arasında geçen konuşma o geceki depo odasından hiç çıkmadı ve Mert ne istediğini tam olarak Bahadır’a anlattı, Bahadır da bu konuda neler yapılabileceğiyle ilgili onu eksiksiz biçimde bilgilendirdi.

*

Mert gece vakti arabasını sürerken, Ahu da yandaki koltukta, gözleri beyaz bir bezle bağlı biçimde oturuyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı, çünkü Mert ona güzel bir sürpriz hazırladığını, onu çok ilginç bir yere götüreceğini söylemişti. Şimdi ise, o sürpriz yere gitmek üzere yoldalardı.

“Gelmedik mi?” diye sordu Ahu. Heyecanı, alt dudağını ısırışından belli oluyordu.

“Çok az kaldı,” dedi Mert, “birazdan oradayız. Ama sen sakın bezi gözünden çıkarma.” Bunu söylerken bir yandan da Ahu’yu kontrol edip, beze dokunmadığı konusunda emin oldu.

Depoya vardıklarında, Mert Ahu’yu koluna girerek yavaş yavaş yürütüp deponun içerisine yönlendirdi. Yine aynı yapılı adam kapıyı açıp onları deponun içinde, alt kattaki tesis kısmına götürdü. Yürürlerken etraftan gelen seslere Ahu’nun tepkisi, seslerin geldiği yöne başını çevirerek oluyordu.

“Bu sesler ne? Neredeyiz?”

“Şşşttt, süpriz…” Mert Ahu’yu kolundan sıkıca tutarak alt kattaki koridorlarda ilerletmeye devam etti. Yapılı görevli ileriden gitmiş ve Bahadır’a haber vermişti; onlar koridorda yavaşça ilerlerken, Bahadır karşılarından geliyordu. Ahu’yu işaret ederek, “O mu?” der gibi oynattı ağzını. Mert başıyla onayladı. Ardından Bahadır onları koridorda yönlendirdi ve odalardan birine götürdü.

Seans odalarından birine girdiklerinde, Ahu içeriden gelmekte olan mekanik ve teknolojik seslere anlam veremedi. “Mert bak, bana bir şaka yapıyorsan sonu hiç iyi olmaz ona göre,” demekle yetinerek alaycı güldü.

“Hayır, şaka değil. Sen bana güven,” dedi Mert, Ahu’yu, Bahadır’ın işaret ettiği şekilde odanın içinde yönlendirip metal sandalyeye oturtarak.

Ahu sandalyeye oturup metalin soğukluğunu hissedince, “Dişçiye filan mı getirdin beni? Ne bu?” diye sordu. Bir yandan da sandalyede oturuşunu düzeltti.

“Onun gibi bir şey,” demekle yetindi Mert.

Görevliler Ahu’nun kollarını ve bacaklarını sandalyeye bağlamaya başladılar, Ahu da bu noktada endişelenerek görmeyen gözleriyle başını görevlilere çevirdi ve paniklemeye başladı. “Kim bunlar? Ne oluyor?” Başını kaldırdı, gözleri bezle bağlı yüzü Mert’e dönüktü. “Mert ne yapıyorsun?”

“Ahu, bana güvenmeni istiyorum. Sürprizi bozacaksın.”

“Bu sürpriz işi beni rahatsız etmeye başladı,” dedi Ahu soğuk biçimde. “Gerçekten.”

“Ama sürprizi yaşayınca, ‘İyi ki getirmişsin’ diyeceksin, emin ol.”

Ahu bunu duyunca bir şey diyemedi. Aylardır, hatta yıllardır güveniyordu Mert’e ve onun kendisine kötü veya ters bir şey yapacağını hiç düşünmüyordu. O kadar güveniyordu ki Mert’e…

Görevliler Ahu’nun kol ve bacaklarını sandalyeye bağlamayı bitirdikten sonra yanlarından ayrıldılar. Bahadır “Ben kapıdayım” der gibi parmağıyla odanın kapısını işaret edip Mert’le Ahu’yu baş başa bıraktı.

Mert Ahu’nun önünde diz çöküp onunla hemen hemen aynı hizaya geldi.

“Şimdi senden bir şeyler isteyeceğim Ahu. Birincisi; gözlerini açtığımda biraz endişelenebilirsin, ancak bana güvenmeni istiyorum. Kötü bir şey yok.” O bunları söylerken, Ahu’nun nefes alış verişinin hızlandığını hissedebiliyordu. “İkincisi; sana bir ilaç vereceğim ve onu yutacaksın. Merak etme, bunu daha önce ben de yaptım ve buna güvendiğim için sana da yaptırıyorum.” Ahu onun isteklerini baştan reddeder gibi başını iki yana yavaşça sallıyor, bir yandan da onu dinliyordu. “Üçüncüsü; ikimizle ilgili en iyi, en güzel bütün anıları zihninde canlandırmanı istiyorum, tamam mı? Aklına gelen ne kadar anı varsa.”

“Niye? Ne oldu? Mert kötü bir şey mi var?” Ahu’nun sesi titremeye başlamıştı.

“Kötü bir şey yok. Bu çok güzel bir deneyim olacak.” Mert ellerini uzatarak Ahu’nun yüzünden bezi yavaşça çıkardı.

Çok uzun süredir gözleri bezle kapalı olan Ahu, derin bir uykudan uyanıyormuş gibi ağır ağır açtı gözlerini. Fakat seans odasının içerisi çok aydınlık olmadığı için, gözlerinin karanlığa alışması çok zor olmadı. Kaşlarını çatarak aval aval etrafa bakınmaya başladı, buranın neresi olduğunu çıkarmaya çalışıyordu.

“Neresi burası böyle?” Ahu etrafa bakmayı bitirdikten sonra, bağlandığı sandalyeye, kollarına ve bacaklarına bakıp Mert’e döndü. “Mert beni nereye getirdin? Ne bunlar?”

Bir görevli yanlarına gelip su ve ilacın olduğu tepsiyi Mert’e uzattı. Ahu başını çevirip görevliyi doğru düzgün göremeden, adam yanlarından ayrılmıştı. Mert yine Ahu’nun karşısına geçip hapı gösterdi.

“İstemezsen bunu sana yaptırmam. Ama eğer yapacak olursan çok mutlu olacağını biliyorum. Seni buraya bu yüzden getirdim.” diye açıklamaya koyuldu. “O yüzden korkmana veya endişe etmene gerek yok.”

Ahu bir tepsideki ilaca ve suya, bir Mert’in yüzüne baktı. Suratında ağlamaklı, aynı zamanda da hayret dolu bir ifade vardı, kaşları çatıktı. “Mert, nedir bütün bunlar? Neden korkmamalıyım?”

“Hiçbir şeyden.” Mert gülümsedi. Bu gülümsemesinin Ahu’yu rahatlatabileceğini düşünmüştü, hiç de öyle olmadı. Fakat buraya kadar gelmişlerdi ve geri dönüşü yoktu. “Bana güvenip bu hapı içecek misin?”

Ahu’nun hapla Mert’in yüzü arasında gözlerinin gidip gelmesi bir dakikaya yakın sürdü. Hapla, Mert’in rahat ifadesi arasında bir bağ kurmaya çalışıyordu belli ki; ancak bunu başarabildiği pek söylenemezdi. En sonunda gözlerini sıkıca kapatıp başını öne doğru salladı. Mert’in yüzünde daha derin bir gülümseme belirdi. “Kabul edeceğini biliyordum.” Hapı Ahu’nun ağzına yerleştirdikten sonra ona suyu içirdi. Tam bu sırada, görevli gelip Ahu’nun başına taç şeklindeki bantlı cihazı yerleştirdi. Ahu bu sırada başını kaldırmadan yukarı bakmaya çalışarak, “B-bu ne?” diye sordu. Mert onun sandalyede sabit duran elinin üzerine kendi elini koyarak, “Korkacak bir şey yok,” dedi, ardından doğruldu. Geri geri yürüyüp Ahu’nun karşısında belli bir uzaklığa kadar giderek arayı açtı. Bu sırada Ahu’nun bakışları hep onun üzerindeydi.

“Senden istediğim şeyi yapmanı istiyorum,” dedi Mert. “Güzel anılarımızı, benimle ilgili olan bütün anılarını zihninden geçirmeni. Birazdan zihnin uyuşmaya başlayacak, o zaman bu dediğimi daha rahat yapabiliyor olacaksın.”

“M-mert, ben a-anlamıyor…” diyebildi Ahu sadece. Hemen ardından dikkati, yan taraftaki dikdörtgen cihazın üzerinde bipleyerek siyah ekran üzerinden yansıyan nabzına kaydı.

Odanın içinde elektronik birtakım sesler duyulmaya başlandı ve derinlerden gelen bir motorun sesi işitildi. Ahu sandalyeye bağlı olduğu için seslerin nereden geldiğini anlamaya çalışarak başını bir sağa bir sola çeviriyordu, fakat görebildiği hiçbir şey yoktu.

“Sakin ol,” dedi Mert. “Sana dediğimi yap, güzel anılarımızı düşün.”

Sesler bir miktar daha yükselmeye başlayınca Ahu’nun sesi duyulmaz hâle geldi; dudakları oynayıp sanki Mert’e bir şey söylüyordu, fakat anlaşılmasının pek imkânı yoktu. Mert durduğu yerden ayrılarak odanın gerisindeki minik odaya gitti. Buradaki iki görevlinin yanına gelerek onların çalışmalarını takip etmeye başladı.

“Çalışmaya başladı mı?” diye sordu, görevliler önlerindeki panelde birtakım tuşlara basarak işlemleri gerçekleştirirken. Görevlilerden göbekli olan orta yaşlı bir adam başıyla onaylayıp odanın karşısını işaret etti. Mert başını kaldırıp karşıya baktı ve projektörden duvara yansıtılan görüntüyü fark etti. Ahu, aynı onun dediği gibi, kendisiyle yaşadığı güzel ve keyifli anıları düşünmeye başlamıştı ve projektörden yansıyan görüntüler de bazen yavaş, bazen hızlı biçimde akarak bu düşünceleri gösteriyordu. “Ne yapacağınızı biliyorsunuz değil mi?” diye başka bir soru yöneltti görevlilere. Göbekli adam ona dönerek donuk bir ifadeyle başını yine salladı ve panele döndü.

Mert odadan çıkıp seans odasında Ahu’nun yüzünü görebileceği noktaya tekrar gelerek onun yüzünü seyretmeye koyuldu. Anıları zihninin yüzeyine çıkarırken ve Mert’in kendisini izlediğinin farkında değilken, ne kadar da güzel gözüküyordu. O an Mert, bu işin hakikaten geri dönüşünün olmadığını bir kez daha idrak etti; Ahu’nun yüzüne, onu tanıyarak son kez bakıyordu. Bu seanstan sonra Ahu onu tanımayacaktı. Onun o güzel ve narin zihninden kendisini çıkartacaktı ve her şey bitecekti. Zaten en son (çok sert olmayan) tartışmalarında da bundan bahsetmemişler miydi? Ahu, “Acaba hiç tanışmamış olsaydık, bu kadar acı çeker miydik?” diye sormamış mıydı? Tam olarak bunu imâ etmemiş miydi? Umarım bunu imâ etmiştir, diye düşündü Mert. Aksi takdirde bu yaptığı şey boşuna gidecekti.

Yaklaşık yarım saate yakın bir süre boyunca seans sürdü. Ahu yarım saat boyunca gözleri açık biçimde uyuyormuş gibi sandalyeye bağlı olarak öylece kaldı, karşısındaki duvara projektörden Mert’le ilgili hemen hemen bütün anıları yansıdı. Bazen aynı görüntüler, bazense farklı görüntüler akıp gitti Mert’in gözlerinin önünden. Bu bölük pörçük anılara ve hayallere bakarken, esasında Ahu’yla ne kadar güzel ve keyifli vakit geçirmiş olduklarını geçirdi içinden. Kendisi her zaman ikinci bir şansa inanmıştı, herkese ve her şeye bir şans daha tanınabilirdi. Fakat Ahu’yla ilişkisi ikinci şans eşiğini çoktan geçmişti ve aralarındaki mutluluğun ve huzurun eskisi gibi olmadığının Mert pekâlâ farkındaydı. Hem Ahu onu, hem kendisi Ahu’yu tanıyarak, bilerek, hatırlayarak bir acı çekmek zorunda değillerdi. Hem hayat karşılarına belki daha neler çıkartacaktı…

Seans bittiğinde makinelerin sesi azaldı. Bununla birlikte, Ahu’nun gözleri kapanarak başı öne doğru yavaşça düştü. Arkadaki odadan iki görevli çıkıp gelerek Ahu’nun durumunu kontrol ettiler, Mert de onların yanına gelerek yardımcı oldu. Ahu baygındı, ne kadar süreceğini Mert bilmiyordu. Görevliler hemen kızın kol ve bacaklarındaki kemerleri çözdüler ve birkaç dakikalık dikkatli bir çalışmanın ardından onu sandalyeden kaldırarak bir sedyeye yerleştirdiler. Mert sedyede yatmakta olan baygın Ahu’nun yüzüne ve kapalı gözlerine bakınca bir an midesinde bir ağrı hissetti; sanki Ahu’nun zihninden bütün anıları çekip çıkarmış ve onun ölümüne sebep olmuş gibi düşünerek acı çekti. Kızın ilaçtan ötürü beyazlaşmış teni de bu hissini kuvvetlendirdi.

Görevlilerden biri izin isteyerek Ahu’yu sedyeyle odadan çıkarmak üzere hareket etti, öteki görevli ufak odaya gitti. Mert ruhsuz biçimde odanın içinde ağır adımlarla kapıya doğru ilerlerken, yarım saat içinde yapmış olduğu şeyin iyi veya kötü olmasıyla ilgili muhakemeyi zihninde sürdürüyordu. Küçük odadaki görevli belirerek Mert’e şöyle bir bakıp odanın kapısına gitti ve çıkarak gözden kayboldu. Mert de seans odasında yapacak başka bir işi kalmayınca, odanın kapısına doğru yürümeye koyuldu. Bir an durdu ve dönüp, demin Ahu’nun bağlı olduğu sandalyeye bir kez daha baktı, olay mahalline son kez göz atan bir katil gibi. Evet Mert buydu, o anda, birden kararını vermişti: kendisi bir katildi.

Bahadır’ın odasına gittiğinde, adam onu masasının önündeki sandalyelerden birine buyur etti. Seansa girmiş olan Ahu olmasına rağmen, Mert de afallamış görünüyordu ve kendinde değil gibiydi. Bahadır ona hemen bir fincan kahve ikram etmişti. Kahvesinden birkaç yudum alan Mert, olan bitenin farkına yavaş yavaş varmaya başlamıştı. Onun kendine geldiğini sezen Bahadır, derin bir iç çekerek Mert’in dikkatini kendine çekmeyi başardı.

“İşte burada.” dedi, baş ve işaret parmakları arasında tuttuğu bir nesneyi yüz hizasında kaldırıp Mert’e uzatarak. Mert “O ne?” diye sormadı, ancak yüzündeki ifade bunu belirtmeye yetti. “Hanımefendinin anıları.” Birkaç saniyelik bir duraklamanın ardından, “2.5 GB,” diye ekledi.

Mert, Bahadır’ın parmakları arasında tutmakta olduğu şeyin bir USB bellek olduğunu anlayıp onu avucunun içine aldığında, zihninde o miktar dönüp duruyordu: 2.5 GB… Ahu’yla aralarındaki onca şey; yaşanmışlıklar, mutluluklar, hüzünler, ilk tanışmaları, uzun uzun ettikleri sohbetler, Mert’in onu birkaç defa sürprizleriyle şaşırtması… Hepsi 2.5 GB tutmuştu toplamda. Bu son sürprizi ise Ahu için hiç hoş olmamıştı tabii.

USB belleği avucunun içinde bir süre tartan Mert, yapmış olduğu şeyin suçuyla, avucundaki ufacık ağırlığı daha fazla hissediyordu sanki. Teknoloji buydu işte, avcunun içinde tuttuğu bellek parçasıydı. Sevdiği, aylarca, yıllarca değer verdiği fakat artık kendisinde bir sevgi veya bir heyecan uyandırmayan kadının zihninde kendisine ait olan anıların ve hayallerin tamamı avucunun içindeydi. 2.5 GB’tı hepi topu.

“Onunla ne yapacağınıza karar verdiniz mi?” diye sordu Bahadır, Mert’in belleği tutan elini işaret ederek.

“Şimdilik bir fikrim yok,” demekle yetindi Mert. Hakikaten aklında henüz bir plan yoktu.

“Aynı seansı size ne zaman uygulayalım istersiniz?”

Bu soru karşısında Mert afalladı. Henüz -bir zamanlar- değer verdiği bir insana bu işlem yapılınca kendini böyle hissediyorsa, kendisine yapılmasını istediğinde neler olabileceğini tahmin bile etmek istemiyordu. “Şimdilik böyle iyiyim,” demekle yetindi.

Onun bu cevabı karşısında şaşıran Bahadır, “Emin misiniz?” diye sordu. “Tabii ne zaman isterseniz o zaman, tamamen size kalmış. Fakat ben, anlattıklarınızdan, bunu bir an önce yaptırmak istediğinizi sanıyordum… kendinize de.”

“Şimdilik acelesi yok,” dedi Mert kısaca. Hâlâ avcunun içindeki belleği sıkıca tutuyor, arada avcunun içinde çevirip duruyordu.

“Size tavsiyem, o belleğe de çok fazla kendinizi kaptırmayın.” Bahadır bunu söyleyince, Mert’in şaşkın bakışları altında kaldı ve açıklamaya koyuldu: “Daha önce de benzer birkaç vakayla karşılaşmıştık ve bırakamamak, müşterilerimiz için bir süre sonra bir ızdırap hâlini aldı.”

Bahadır’ın açıklamaları karşısında derin bir soluk alan Mert, orada, Bahadır’ın odasında doğru düzgün düşünemeyeceğine karar verdi ve etrafına boş boş bakınarak yüzü sakallı adama döndü.

“Benim düşünmek için bir miktar zamana ihtiyacım var.” Belleği kotunun cebine yerleştirdi. Ardından yarı alaycı, yarı hüzünlü bir gülümsemeyle ekledi, “Belli mi olur? Bakarsınız bir de kendime yaptırmaktan vazgeçerim.” Mert’in bu açıklaması karşısında Bahadır sadece omuz silkti.

“Doğru,” dedi. “Fakat bu sefer, yaptığımız şeyin başkasının anılarını öldürmek olduğunun bilincinde olmanız gerekir.” Bunu söyledikten sonra Mert ona tuhaf bir ifadeyle bakınca o da alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Aşk gibi, ayrılık da iki taraflı olmalıdır.”

“Haklısınız,” dedi Mert. “Belki de içimde bir yerlerde sevdiğim kadına hâlâ âşığımdır, ne malum…” Bu açıklamasının Bahadır’a yeteceğine inanıyordu.

10-15 dakikalık, az sohbet ve çokça sessiz geçen bir sürenin ardından, Mert gerçekleştirdikleri seans için Bahadır’a teşekkür ederek yerinden kalktı, onunla tokalaştı ve aynı işlemi kendisine de yaptırıp yaptırmayacağıyla ilgili enine boyuna düşünüp kararını öyle vereceğini söyledikten, Bahadır’dan da bu konuda aynı tavsiyeleri tekrar aldıktan sonra, tesisten ayrıldı. Deponun kapısından çıkıp esen serin rüzgâr eşliğinde arabasına doğru ağır adımlarla giderken kendini hâlâ bir katil olarak düşünüyordu – hatta, Bahadır’ın deyişiyle, bir anı katili. Evet; Mert Ahu’nun zihnindeki ikisiyle ilgili anıları çekip çıkartarak bir anı katili olmuştu. Aynı şeyi kendisine yaptırmayacak olursa da, platonik bir aşkla yaşamaya devam edecekti. Ahu’nun evindeki, kendisiyle ilgili hemen her şeyi gündüzden halletmişti, birkaç eşyasıyla ilgili daha yapılması gereken işler de vardı. Dahası, ailesi ve arkadaş grubu tarafından sorulacak sorular, Ahu’nun veremeyeceği cevaplar, hatırlayamayacağı anılar olacaktı. Bunlara ne tür bir çözüm bulabileceğini bilmiyordu Mert. Hepsini zamanla düşünüp çözecekti. Ahu’nun anılarını sildirmeden önce hepsini düşünmüş ve çözmüş olman gerekirdi. İç sesi doğru söylüyordu, fakat işe bir noktadan başlaması gerekiyordu ve o da, ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilmeden, işe Ahu’nun anılarını sildirmekle başlamıştı. Ahu beni hatırlamasın yeter. Gerisi halledilebilecek şeyler. Gerçekten öyle miydi? Gerçekten hepsi, 2.5 GB’lık bir veri kadar kolay olabilecek miydi?

Mert arabasına inip bu düşünce cümbüşüyle cebelleşirken başının zonklamaya başladığını hissetti. İşin belki de en büyük ve önemli kısmını halletmişti. Geriye kalan, kot pantolonunun cebine yerleştirmiş olduğu USB belleğin içindeki veriydi. Yıllardır Ahu’yla yaşadıkları her şeyin içine sığdığı bir boyut. Bütün bu olanları düşünürken, kendisine de aynı seansı uygulatacak olursa, acaba ondaki anılar ne kadar tutacaktı? 1 GB? 2? 3? 10?

O an için bildiği tek bir şey vardı, o da, çok sevdiği bir kadınla arasında geçen bütün yaşanmışlıkları kot cebinde taşıdığıydı: 2.5 GB…

Yorum bırakın